Tekil Mesaj gösterimi
Alt 10 - 07 - 2014, 15:19   #2 (permalink)
Çevrimiçi
aSpeNDos Konuyu Baslatan
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere kapalı
Cevap: NİSA SÛRESİ Tefsiri


25. Ve sizden her kim hür olan kadınlar ile evlenmeğe fazla bir malî iktidarı yok ise sağ ellerinizin sahip olduğu genç; mü'min ca-riyelerinizden -evlensin-. Ve Allah Teâlâ sizin imanınızı hakkıyla bilendir. Bazınız bazınızdandır. İmdi onları namuslarını korur, fuhuştan beri bulunur gizlice dostlarda edinmez oldukları halde sahiplerinin izniyle nikahlayınız ve onlara mehrlerini de güzelce veriniz. Eğer onlar evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa o vakit onların üzerlerine, hür kadınların üzerlerine lâzım gelen cezanın yarısı lâzım gelir. Bu sizden büyük meşakkate düşmekten korkanınız içindir. Ve eğer sabır ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah Teâlâ gafurdur, rahimdir.

25. Bu âyeti kerime, başkalarının mülkiyeti altında bulunan cariyeler ile ne şekilde, ne gibi şartlar çerçevesinde evlenmenin caiz olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!, (sizden her kim hür olan kadınlar ile evlenmeğe fazla bir malî iktidarı yok ise) yani malca bir genişlik bir ziyâdeliğe sahip değilse (sağ ellerinizin sahip olduğu) yani pazu kuvvetinize savaş alanından alınarak esir edilmiş, mülk olma ve cariyelik vasfını almış olan kadınlardan (genç, mü'min cariyelerinizden) münasip gördüğü ile evlensin, (ve Allah Teâlâ sizin imanınızı hakkıyla bilendir.) İnsanlar ise bunu hakkiyle bilemez. Bazen bir cariyenin imanı zayıf olacağı gibi, bazen kuvvetli de olabilir. Biz di; durumuna bakarız, mü'min olduğu anlaşılınca onunla evlenmekte bir sakınca olmayabilir. Bununla beraber cariyenin böyle İman ile kayıtlanması hanef ilere göre bir tercih meselesidir. Yoksa başkasının ehl-i kitap olan câriye s iyi e de evlenmek caizdir. Şafiilerce ise caiz değildir. Ve ey insanlar!. Esasen (bazınız bazınızdandır) hepiniz de esasen insansınız, hepiniz de Hazreti Adem'in neslindensiniz, hepiniz de Allah'ın kullarısınız, bu sebeple aranızda bir birlik vardır artık cariyelere de hakaret gözüyle bakmayınız, (İmdi onları) o cariyeleri (namuslarını korur, fuhuştan beri bulunur ve gizlice dostlar da edinmez oldukları halde) nikâh edebilirsiniz. Binaenaleyh onları lüzum görülünce (sahiplerinin) velilerinin, mâliklerinin (izniyle) müsaadeleriyle (nikahlayınız ve onlara) aranızda belirttiğiniz mehri veya belirtmediğiniz takdirde emsallerine göre hak ettikleri (mehrlerini de güzelce) normal olarak cömertçe bir tarzda (veriniz) onları nikâhınız altında iffetli bir şekilde yaşatınız (eğer onlar) böyle (evlendikten sora bir fuhuş) bir zina suçu (islerlerse o vakit onların üzerlerine hür kadınların) fuhuş islediklerinde (üzerlerine lâzım gelen cezanın yansı lâzım gelir) zina eden hür kadına vurulması icâbeden değneğin yarısı olan elli değnek darbesiyle cezalandırılır. (Bu) cariyeler ile evlenmek, (sizden büyük meşakkate düşmekten) fazla mihir ve nafaka vermek hususunda sıkıntıya düşeceklerinden (korkarımız içindir) ve şehvet galebesi ile günaha girmek ihtimali olanlar içindir, (ve eğer sabrederseniz) nefsinize hâkim olup gayrimesru temayüllerde bulunmaz iseniz, böyle cariyeler ile evlenmemek sizin için (daha hayırlıdır) Evet... Hür kadınla evlenmeğe durumu müsait olmayan bir kimsenin câriye ile de evlenmediği takdirde gayrimesru ilişkilerde bulunacağı düşünülürse onun câriye ile evlenmesi icabeder. Fakat böyle bir korku bulunmadığı takdirde câriye ile evlenmemesi daha iyidir. Çünki cariyeler, hür kadınlar kadar bir şerefe sahip değildirler, onlar evlerine fazla bağlı olamazlar, kendilerine sahip olanların hizmetlerinde de bulunmaya mecbur olurlar, çocukları da köle sayılırlar, hürriyetten mahrum, güzelce bir terbiyeden nasipsiz bulunurlar. Ve bu cariyeler başkalarına da satılabileceklerinden efendileri değişir, kocaları ile olan münasebetleri kesintiye uğrayabilir. Binaenaleyh bu hususta sabredip evlenmemek daha hayırlı olduğunda şüphe yoktur. (Ve Allah Teâlâ gafurdur.) Hakkiyle yarlıgayıcıdır, bu hususta sabır etmeyeni de af ve mağfiret buyurur, (rahîmdîr) çok esirgeyicidir, bunun içindir ki, sizlere bu ser'î hükümleri bildiriyor, sizi iffet ve temizlik yoluna sevk eyliyor....









26. Allah Teâlâ sizlere açıklamak ve sizleri sizlerden evvelkilerin yollarına erdirmek ve sizleri tövbeye muvaffak kılmak diler. Ve Allah Teâlâ alimdir, hikmet sahibidir.

26. Bu mübarek âyetler, bu müslümanlar hakkında Yüce Allah'ın ne kadar hayır isteyen ve kolaylık lütfeden olduğunu müjdeliyor, bir takım nefislerinin isteğine tabi olanların da insanlar hakkında ne derece kötülük isteyen sapıklık rehberi bulunduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizlere) helâl ve harama ve diğer en güzel ser'î hükümlere dâir bilmediklerinizi (açıklamak) beyan buyurmak ister, (ve sizleri sizden evvelkilerin) Hz. İbrahim, Hz. İsmail gibi mübarek Peygamberlerin ve diğer salih kullarının (yollarına erdirmek) ister. Tâki onlar gibi hak'ka tâbi, batıldan sakınıp, hidâyete nail olasınız. (Ve sizleri tövbeye muvaffak kılmak diler) Sizlere takip edeceğiniz selâmet ve saadet yolunu gösterir, tâki, insanlık icâbı sizden bir kusur meydana gelince hemen tövbe ederek Allah'ın affına mazhar olasınız, artırk sahip olduğunuz irâde kuvvetini, düşünme kabiliyetini kötüye kullanmayarak uyanık bir şekilde hareket eyleyiniz, (ve Allah Teâlâ alimdir) sizin bütün amel ve fiillerinizi bilir, (hikmet sahibidir) bütün ser'î hükümleri hikmet ve menfaati taşımaktadır. Artık ona göre hareket ediniz.







27. Ve Allah Teala sizin tövbe ederek ilahı affa kavuşmanızı diler. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir meyil ile sapmanızı isterler.

27. (Ve) Ey m üs I îiman l ar!. İnsanlık hali sizden bazı kusurlar meydana gelince hemen nadim ve pişman olarak tövbe edip bağış dileyiniz, (ün ki (Allah T e âlâ sizin tövbe ederek ilâhî affa kavuşmanızı ister) sizin tövbelerinizi kabul buyuracağını size va'd buyurmuştur. Elverir ki, siz başkalarının aldatmalarına kapılmayasınız. (şehvetlerine uyanlar) nefislerinin heveslerine tâbi olanlar, bir takım haram olan şeyleri helâl telâkki edenler, kısaca bir takım dinsizler, sapıklar tahrif edilmiş dinlere tâbi bulunanlar (ise sizin büyük bir meyil ile) hak yoldan çıkarak, bir takım haram şeyleri yaparak (sapmanızı) selâmet ve hidâyet yolundan ayrılmanızı (isterler). Artık öyle düşmaların sözlerine, hareketlerine nasıl kıymet verilebilir?.











28. Allah Teâlâ sizden hafifletmek ister. Ve insan zayıf olarak yaradılmıştır...

28. Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizden) ağır teklifleri kaldırıp (hafifletmek) sizleri uygulaması hafif, fayda ve hikmet dolu vazifelerle vazifelendirmek (ister) nitekim müslümanlığın bütün hükümleri kolaydır, uygulanabilir, bir nice fayda ve güzellikleri taşımaktadır, (ve insan zayıf olarak yaradılmıştır) bir çok kere nefsinin eğilimlerine tabi olur, yasaklardan kaçınmak hususunda gerektiği gibi sabır ve sebat gösteremez. Bu bakımdan manevî bir zaafa uğramış bulunmaktadır. İşte insanların bu zayıf halleri de kendileri için bir çok dinî kolaylıkların vücuduna bir sebep bulunmuştur. Cenab'ı Hak, hiçbir insanı takati üstünde bir şey ile mükellef tutmamıştır. Ve herhangi insanı usulü dairesinde tövbe edip af diledimi, ilâhîsi affına nail buyuracağını va'd etmiştir. Artık insanlar, bu ilâhî lütuftan, bu ilâhî merhametten istifâde fırsatını elden kaçırmamalıdırlar.











29. Ey imân etmiş olanlar!. Mallarınızı aranızda bâtıl yere yeme-yiniz. Meğer ki tarafınızdan kendi rızânızla yapılan bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere pek merhamet edicidir.

29. Bu mübarek âyetler, malların kıymetine işaret ederek onların gayrimeşru şekilde elden çıkarılmasını yasaklamaktadır. Ve hayat hakkına riâyet edilmesini emrederek cinayetlerden sakınılmasını ihtar buyurmaktadır. Bu gibi büyük günahlardan kaçınanların da küçük günahlarından dolayı ilâhî affa mazhar, birer ikram mahalline nail olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey) hakikaten şuurlu bir biçimde imân etmiş olanlar!) Ey müslümanlar!.. (mallarınızı aranızda) İslâm şeriatının mubah kılmadığı kumar, faiz, hırsızlık, hiyânet, gasp, yalan yere şahitlik gibi (bâtıl yere yemeyiniz) o mallarınızdan böyle gayrimeşru biçimde istifadeye kalkışmayınız, (meğer ki tarafınızdan kendi rızâlarınızla yapılan bir ticaret) malı (olsun) öyle meşru bir tarzda yapılan ticaret mallarından istifâde etmek caizdir. Nasıl ki: Veraset, vasiyet, bağış, sadaka, mihir, cinayet bedeli gibi mallardan da istifâde meşru bulunmuştur, (ve) Ey müminler!., (kendinizi de öldürmeyiniz) birbirinizin hayatına kasdetmeyiniz, intiharda bulunmayınız, nefislerinizin dünyada ve âhirette elâkına sebep olacak şeylere teşebbüs etmeyiniz. Aranızdaki dinî kardeşliğine, insan kardeşliğine riâyet ediniz, gayrimeşru öldürmelere meydan vermeyiniz, (şüphe yok ki) Ey ümmeti Muhammediye!. (Allah Teâlâ sizlere rahimdir) çok merhamet edicidir. Bunun içindir ki, sizlere kendini öldürmeği yasaklamıştır. Halbuki vaktiyle İsrail oğulları, günahlarından tövbe edip kurtulabilmeleri için kendilerini öldürmekle memur bulunmuşlardı.







30. Ve her kim bunu bir tecâvüz ve bir zulüm olarak yaparsa onu yakında bir ateşe yaslandırırız ve bu Allah Teâlâ için kolay bulun-maktadır.

30. (Ve her kim bunu) bu kendisine yasaklanmış, olan canına kıymayı ve diğer haramlardan hangi birini (bir tecâvüz) bir helâl sahasını terkederek (ve bir zulüm) nefsine ve başkasına bir haksızlık (olarak yaparsa onu) böyle ilâhî hükme muhalefet eden o şahsı (yakında) ölür ölmez heman (bir ateşe yaslandırırız) onu cehennem ateşine sokarız, orada yanar durur, (ve bu) şekilde azab edivermek (Allah Teâlâ için kolay bulunmaktadır.) Yüce Allah'a karşı bir güçlük tasavvur olunamaz, o her şeye tamamiyle kadirdir.. Buna inanmışızdır.











31. Eğer size yasaklanan şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız siz-den kabahatlerinizi kefâretlendiririz ve sizleri bir değerli mahalle girdiririz.

31. (Eğer) Ey müminler!. Siz (size yasaklanan şeylerin) kebâir denilen (büyüklerinden kaçınır) Allah Teâlâ'dan korkar, onun yasaklamasından dolayı o günahları işlemezseniz Allah Teâlâ (sizden) meydana gelip sağair adıyla anılan küçük (kabahatlerinizi kefâretlendirir) yapacağınız ibadetler günahlarınızın kefaretine vesile olur, bu sayede af edilirsiniz, günahlarınız örtülür, (ve sizleri bir değerli mahalle) yani cennete (girdirir) sizleri orada lütf ve keremine nail buyurur. Artık harekâtınızı ona göre tanzim ediniz...

§ Kebâir denilen günahlardan maksat, yapanlar hakkında Allah'ın kitabı ile veya peygamberin sünneti ile şiddetli tehdit bulunan yasak şeylerdir. Bunların haram oldukları böyle birer kesin delil ile sabit bulunmuştur. Meselâ: Haksız yere adam öldürme, başkasının hukukuna tecâvüz, iffetli bir hatuna zina isnadı, yalan yere şahitlik, yalan yere yemin ile başkasının hakkına müdahale, yetimlerin mallarını haksız yere yemek, içki içmek, zina, oğlancılık, kumar, faiz, cihattan kaçmak, namaz, oruç gibi farizeleri terk, rüşvet almak kebairden (büyük günahlardan) bulunmuşlardır. Binaenaleyh bunlardan son derece sakınmak gerekir. Sağair denilen günahları da kasden yapmayıp onlardan da kaçınmalıdır ki, onlara devam da insanı büyük günahlara sokmuş olabilir. Bütün hallerde Cenab'ı Hak'kın korumasına iltica ederiz.











32. Ve Allah Teâlâ'nın bazınıza diğer bazınız üzerine ihsan bu-yurmuş olduğu şeyi temenni etmeyiniz. Erkekler için kazançlarından bir nasip vardır: Kadınlar için de kazançlarından bir nasib vardır. Ve Allah Teâlâ'dan lütfunu isteyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.

32. Bu mübarek âyetler, Cenâb-ı Hak'kın miras ve diğer yollarla ihsan buyurmuş olduğu şeylere razı, çalışıp gayret etmeye devam ve akrabalık haklarını gözetir olmamızı bizlere emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müminler!, insanların mallarını haksız yere yemeyiniz, haksız yere adam öldürmeyiniz. (Ve Allah Teâlâ'nın bazınıza) sizden (diğer bazı) kimseler (üzerine) bir hikmet gereği (tercihan) fazla olarak lütuf ve (ihsan buyurmuş olduğu şeyi) miras payını veya diğer elde etmiş oldukları kazançları veya makam ve mevkiyi (temenni etmeyiniz) hakkınıza razı olunuz, kısmetinize kanaat ediniz, başkalarına kıskançlık edip nimetlerinin yok olmasını, sizlere intikal etmesini temennide bulunmayınız. Böyle bir temenni. Allah'ın takdiri ne, ilâhî hikmete razı olmamayı gerektirir olacağından caiz olamaz. (Erkekler için kazançlarından) vazifelerinden, çalışma ve gayretlerinden ve sahip oldukları kabiliyetlerinden dolayı (bir nasip vardır) ve onlar takdir edilmiş belirli bir hisseleri vardır (kadınlar için de bir nasip vardır) onlar da yeteneklerine, mevkilerine uygun birer hisseyi, birer nasibi, hak etmiş bulunmaktadırlar. (Ve Allah Teâlâ'dan fazlını) onun lütuf ve ikramını (isteyiniz) onun rahmet hazineleri sonsuzdur, birbirinizin mala ve servetine, makam ve mevkiine göz koymaktan ise Cenab'ı Hak'kın lütuf ve ihsanına sığınınız, ondan meşru şeyler isteyiniz, meselâ: Hz. Peygamber'in bir hadisinde beyan olunduğu üzere bir kimsenin malını veya mevkiini taleb etmemelidir, yarabbü. Eğer hakkımda hayırlı ise bana öyle bir mal, öyle bir mevki ihsan buyur diye duada bulunmalıdır, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeyi hakkiyle bilicidir.) Bunun içindir ki, insanları hikmet gereği tabakalara ayırmış, bazılarını sahip oldukları yetenek ve diğer özeiyikleri sebebiyle diğer bazıları üzerine üstün kılmıştır. Artık buna itiraza, buna haset etmeğe, bunun haksız yere yok olmasını temenni etmeğe kimsenin hakkı, yetkisi yoktur...









33. Ve hepsi için baba ve ananın ve yakın hısımlarının ve yemin-lerinizin akdettiği kimselerin terekelerinden miras alır varisleri kıldık. Artık onlara nasiplerini veriniz. Şüphe yok ki: Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.

33. (Ve) erkek ve dişiden (hepsi için) herbirine mahsus (baba ve ananın ve) soy ve evlenme yoluyla (yakın hısımların ve yeminlerinizin) yani: Sağ ellerinizin veya yaptığınız andların (akdettiği) tayin eylediği (kimselerîn) yani: Koca ve eşlerin veya mevlelmüvalât denilen şahısların (terekelerinden) bdirli miktarlarda (mîras alır varisler kıldık) tayin ettik, her birinin sahip olduğu miras ve istihkak bir fayda ve hikmet gereğidir, (artık onlara) o varislere, müstehiklere (terekelerinden hakları olan nasiblerini) hisselerini (veriniz) onu çok görmeyiniz, vermekten çekinmeyiniz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.) sizin hal ve hareketinizi ve hak sahibi olanlara hisselerini verip vermediğinizi de görüp bilmektedir. Artık onun emirlerine muhalefeten korkunuz hakkıyla itaatte bulununuz ki, onun fazi ve keremine nail olasınız.

§ Eymân, yeminin çoğuludur. Yemin ise sağ el mânâsına olduğu gibi and mânâsını da ifade eder. Muamelelerin ve musafahaların çoğu sağ el ile yapıldığı için bir kısım iktisadî, içtimaî muameleler sağ ele nisbet edilmektedir. Bununla beraber câhiliyet zamanında ve İslâm'ın başlangıcında bazı kimseler birbiriyle yemin ederek kanları, canlan, harp ve sulhta müşterek olmak üzere and içerler, birbirine varis olmaya söz verirlerdi. Daha sonra böyle bir teahhüt isSâmiyete göre hükümsüz kalmıştır.

§ Velâyı müvalât, nesebi bilinmeyen bir şahsın şartları çerçevesinde başka bir şahıs ile akdeylediği bir velâdan, bir hükmî akrabalıktan, bir dayanışma bağından ibarettir. Şöyle ki: Nesebi bilinmeyen veya dâri harpten dâri İslâm'a gelip isiâm dinini kabul eden bir şahıs bir müslümana veya bir zımmîye hitaben "Sen benim mevlâmsın, ben şayet bir cinayet işlersem diyetini sen verirsin, ben ölünce de bana sen varis olursun" diyip o da kabul etse aralarında bir velâyimüvalât sözleşmesi yapılmış olur. Bu halde o şahısa mevlâyı esfel, bu velâyı kabul eden kimseye de mevlâyı âlâ denilir...

İşte bu, bir mevlel müvalât meselesidir, bunun şer'î hikmeti de fertler arasında bir; bağ, bir dayanışma meydana getirmek gibi şeylerdir. Maamafih bu velâyı isteyen şahsın arap evlâdından olmaması lâzımdır. Çünki arapların arasında kabile ve aşiret teşkilâtı mevcut, bu suretle aralarında dayanışma yürürlükte olduğundan bu mevalât akdine ihtiyaç yoktur.











34. Erkekler kadınların üzerinde ziyade kaimdirler. Çünki Allah Teâlâ onların bazısını bazısı üzerine tafdil buyurmuştur. Ve mal-larından harcamaktadırlar. İmdi salih kadınlar, itaatlidirler. Allah Teâlâ'nın koruması sayesinde gaybi koruyucudurlar. Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince onlara nasihat veriniz, ve onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövünüz. Fakat size itaat ederlerse artık onların aleyhlerinde bir yol aramayınız, şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok yücedir, çok büyüktür.

34. Bu mübarek âyetler, aile fertlerinin yetkilerini, vazifelerini gösteriyor, erkeklerin fazla mirasa nail olmalarının hikmetini bildiriyor, gerektiğinde aralarını İslah için birer hakem tayin edilmesini tavsiye ediyor, aile hayatının bir huzur ve mutluluk içinde devamının lüzumuna işaret buyuruyor. Şöyle ki: Erkeklerin miras paylarının fazla olması menfaat gereğidir. Aralarında yaratılıştan ve sonradan kazanılmış farklar vardır. Bu cümleden olarak (erkekler kadınların üzerlerinde ziyade kaimdirler) erkekler, kadınları korurlar, oların geçimlerini temine çalışırlar, onların âmirleri mevkiinde bulunurlar. Çünki Allah Teâlâ yaratılıştan (onların) erkekler ile kadınların (bazısını) erkeklerini (bazısı üzerine) kadınlara göre (üstün kılmıştır) şöyle ki: Erkekler amel ve itaatlar hususunda daha kuvvetlidirler, bunun içindir ki: Erkekler peygamberliğe, imamete, velayete İslâm'ın emirlerini uygulamaya, ve her hususta şahitliğe ehil bulunmuşlardır, (ve) erkekler sonradan kazanılmış, vasıflarla da üstündürler. Çünki onlar (mallarından harcamaktadırlar) eşlerinin mihirlerini verirler, nafakalarını temin ederler ve erkekler lüzum görüldükçe malariyle, canlariyle yurtlarına yardıma koşarlar, dân İslâm'ın şerefini, haysiyetini, korumaya çalışırlar, artık onların eşleri üzerinde bir velayetleri, bir koruma hakları bulunmuş olmaz mı?. Maamafih kadınların da kendilerine mahsus bir fazilet yönü vardır. Onlarda kocalarının meşru emirlerine riâyet ederler, hanelerinin işleriyle meşgul olurlar, çocuklarını besleyip yetiştirmeğe çalışırlar. Artık her iki tarafta vazifelerini lâyıkı veçhile yapmağa gayret ederek birer fazilet örneği olmalı, Cenâb-ı Hak'kın sevabını kazanmalıdır.

(İmdi) kadınların üzerindeki kıyamın ne şekilde cereyan edeceğine gelince onlardan (salih kadınlar, itaatlıdırlar) Allah Teâlâ'ya itaatlıdırlar, kocalarının haklarına da riâyet ederler. (Allah Teâlâ'nın) olan (hıfzı) koruması (sayesinde gaybı) namuslarını, mallarını, şereflerini, sırlarını (koruyucudurlar) bu gibi hususlara riâyet eder dururlar, (serkeşliklerinden) itaatsizliklerinden (korktuğunuz kadınlara gelince) Ey bunların kocaları! Siz evvelâ (onlara nasihat verîniz) iyiye teşvik ve kötüye meyilden korkutmak suretiyle iyiliğini isteyerek öğütlerde bulununuz, (ve) bu öğüt ve nasihatiniz yeterli olmazsa (onları yataklarda yalnız bırakın) onlar ile beraber bir yatakta yatmaktan geri durunuz, onlarla ilişkide bulunmayınız, belki bu hal, onları itaate sevkeder, (ve) maamafih bu da kâfi görülmeyince (onları) hafifçe, eziyet vermeyecek şekilde (döğünüz) böyle hafif bir ceza, bazı kadınlar üzerinde tesir yaparak onları itaate daha fazla sevkedici olabilir. Maamafih fazla döğmek caiz değildir. Bir hadisi şerifte: "Sizden biriniz kölesini döğercesine eşini döğerde sonra günün sonunda onu yatağına alır mı?" diye buyrulmuştur. Yani böyle bir hareket, muvafık değildir, (fakat) eşleriniz öyle bir muameleden sonra (size itaat ederlerse artık) kınamak gibi, eziyet vermek gibi bir şekilde (onların aleyhlerinde bir yol aramayınız) artık vaktiyle olan kötü hâli, olmamış gibi telâkki ediniz. Çünki günahtan tövbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok yücedir.) Ondan korkunuz Cenab'ı Hak şanının yüceliğine rağmen sizleri tövbe edince affediyor, artık siz eşlerinizi size itaat ettikleri takdirde affetmeli değil misiniz?. Ve Cenâb-ı Hak, (çok büyüktür) kimseye zulüm etmez ve kimsenin hakkını eksik vermez. Böyle büyüklüğü ile beraber tövbeleri kabul, kusurları affediyor. Artık siz de Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın aksi takdirde onun azamet ve büyüklüğünün ceza pençesinden yakalarınızı kurtaramazsınız.









35. Ve eğer aralarının açılmasından korkarsanız o zaman bir ha-kem onun akrabasından, bir hakem de bunun akrabasından gönderiniz. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah Teâlâ aralarında mu-vaffakiyet meydana getirir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ hakkıyla bi-licidir, ve tamamen haberdardır.

35. (Ve) Ey hâkimler!. Koca ile kandan biri veya her ikisi size müracaat edip halleri sizce şüpheli bulunursa ve (eğer arlarının açılmasından) geçimsizlikte devam etmelerinden (korkarsanız) onların bu hallerini anlar veya zannedeseniz (o zaman bir hakem onun) kocanın (akrabasından) ve bir hakem de (bunun) karının (akrabasından) onların aralarını düzeltmeleri için kendilerine (gönderiniz) onların durumlarına, hallerinin düzeltilmesini yakınları daha iyi bilir, buna selâhiyetli bulunabilir. M üst eh ab olan budur. Yoksa onların hallerini bilen, iyilik sever yabancılar da hakem tayin edilebilir, (bunlar) Bu hakemler (barıştırmak isterlerse) koca ile karısını barıştırmak niyetinde bulunurlarsa, niyetleri sahih, kalpleri Allah rızası için hayır sever olursa (Allah Teâlâ aralarında) koca ile eşi arasında (muvaffakiyet meydana getirir) arlarındaki geçimsizlik yok olur, yeniden güzelce bir muhabbete muvaffak olurlar. Diğer bir yoruma göre de eğer koca ile karı aralarında barış ve muhabbetin geri gelmesini isterlerse Allah Teâlâ onların aralarına sevgi ve birlik ihsan eder, aralarındaki nefret ve mutsuzluğu giderir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla bilicidir.) Her şeye ve herkesin içindekini tamamen bilicidir, (ve tamamen haberdardır.) Zahir ve batılı tam manâsıyla bilir, uyuşmazlığın nasıl kalkacağını, barışın nasıl vücude geleceğini de pek mükemmel bilir, Buna inanmışızdır.

§ Muşuz, lügatte yükseklik ve tümseklik demektir. Istılahta: Kadının kocasına karşı kafa tutması, isyankârca bir harekette bulunmasıdır. Kocasının yanında bulunmayı terk eylemesi gibi şeylerdir. Kendisinde bu durum bulunan karıya "n aş iz e" denilir.

§ Hakem, iki hasının birbirine karşı olan iki kimsenin aralarındaki ihtilâf ve iddiayı çözmek ve ayırmak için hâkim kabul edilen kimsedir. Bu ya iki tarafın seçmesi ile veya resmî hâkim tarafından tayin edilir. Hakemler, birer vekil hükmündedirler. Hanefî mezhebine ve diğerlerine göre hakemler, eşleri ayırmak üzere hüküm veremezler, buna selâhiyetleri yoktur. Meğer ki, koca onlara kendilerini ayırmaya izin vermiş olsun. Fakat malikilere göre hakemlerin ayırmaya selâhiyetleri vardır. Bu hususa dâir Hukuku , Islâmiye Kamusuna müracaat!..

Hakem tayinindeki başlıca hikmet ve fayda, aile hayatının devamına yardım etmek, aile arasında insanlık icabı yüz gösteren kötü halleri gidermeğe çalışmak, iki tarafı aydınlatarak ve ikaz ederek tekrar birlikte ve mutlu olarak yaşamalarını temine hizmet eylemektir.









36. Ve Allah Teâlâ'ya ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ve anaya, babaya iyilik ediniz. Ve akrabalara ve ye-timlere ve yoksullara ve yakın komşuya ve uzak komşuya ve yanınızdaki arkadaşa ve yolcu olana ve sağ ellerinizin sahip olduğuna -da iyilik ediniz- şüphe yok ki, Allah Teâlâ kendini beğenen, böbürlenip duranları sevmez.

36. Bu âyeti kerime bizlere en mühim onbir vazifemizi, en güzel ahlâkî esasları emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!, İslâm dininin sizlere teklif ettiği şeylere riayetkar olunuz, (ve) bilhassa:

ılf (Allah Teâlâ'ya ibadet ediniz) onu tevhide, Ona itaata, namaz, oruç gibi ibadetlere devam ediniz.

(2) (Ve ona hiçbirşeyi ortak koşmayınız) Cenâb-ı Hak'ka açıktan ve gizli olarak hiçbirşeyi ortak koşmayın ve benzer tanımayın, ondan başkasına yaratıcılık, mâbudluk isnadında bulurumayınız.

(3) (Ve anaya, babaya iyilik ediniz) onların haklarına riâyet, kendilerine yardım ve hürmet eyleyiniz, onlara duada, teşekkürde bulununuz.

(4) (Ve akrabaya) kardeşler, amcalar, dayılar gibi yakınınız olan kimseye de iyilikte bulunun, onlarla güzel konuşup görüşünüz.

(5) (Yetimlere) babalarını kaybetmiş, yardıma muhtaç bulunmuş çocuklara da elden gelen yardımı esirgemeyiniz.

6 (Ve yoksullara) fakirlere, hiç malları olmayanlara, çalışıp kazanmadan mahrum bulunanlara da ihsanda bulununuz onların hallerine merhamet ediniz.

(7) (Ve yakın komşuya) size soy veya civar itibariyle yakın olan komşuya da iyilikte bulununuz, onlar ile vakit vakit görüşmek kabildir. Aralarında muhabbet ve dayanışmanın vücudu pek faideli olduğundan birbirine lâzım gelen yardım ve ihsanda bulunmaları bir içtimaî gayedir.

(8) (Ve uzak komşuya) da iyilik ediniz. Soy veya civar itibariyle uzak bulunsalar da komşuluk ve akrabalık itibariyle de aralarında bir bağ bulunduğundan buna muhalefetten kaçınmalıdır, buna aykırı bir tavır takınmaları, birbirinden kaçınmaları uygun olamaz. Bütün bu komşular, birbirine manen bağlıdırlar, bunlar içlerinden fakir olanlara nakit olarak, bedenen yardım etmelidirler, birbirinin sevincine kederine ortak olmalıdırlar, birbirini tebrikte, tazimde bulunmalıdırlar.

(9) (Ve yanınızdaki arkada;) beraber yolculuk yaptığınız kimseye ve beraber ticarette, sanatta veya tahsilinde bulunduğunuz zata veya eşiniz olan kadına da veya mabet gibi bir mecliste beraber bulunmakta olduğunuz bir din kardeşinize de iyilik ediniz, ona da ihsanda, güzel amellerde bulununuz, bu da bir insanî görevdir.

(10) (Ve yolcu olana) yurdundan aynimi; bulunana, misafir sayılana da yardım ediniz. Bu gibi kimseler, çok kere yardıma muhtaç bulunurlar. Bunlara yardım etmek, insanlık icabıdır. Islâmiyetin müslümanlara vermiş olduğu bir ahlâk terbiyesi sayesindedir ki, İslâm diyarında vaktiyle birçok misafirhaneler tesis edilmiş, birçok yerlerde yolculara yerler gösterilerek maişetler! temin edilmekte bulunmuştur.

(11) (Ve sağ ellerinizin sahip olduğuna) kölelerinize, cariyelerinize ve diğer sahip olduğunuz hayvanata güzelce muamelede bulununuz, onlara fakatlarının üstündeki işleri gördürmeyiniz, nafakalarını, elbiselerini temin ediniz, kendileriyle güzelce geçininiz, İslâm ahlâkı bunu icabetmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ, kendini beğenen) akrabalarına, komşularına ve diğer insanlara karşı kibr ve büyüklük taslayan şahsı ve (böbürlenip duranı) başkalarına karşı övünmede, övüngenlikte bulunup duran şahsı (sevmez) onun bu haline razı olmaz. Öyle bir şahıs Allah'ın lütfuna lâyık olamaz.

"Kibriyâ-ü azamet hak'ka yarar"

'Mil olanda bu sıfatlar ne arar"









37. Onlar ki, cimrilikte bulunurlar ve insanlara cimrilik ile emre-derler ve Allah Teâlâ'nın kendilerine lütfundan olarak vermiş olduğu şeyi gizlerler. -Artık onlar her türlü kınamaya lâyıktırlar- ve biz kâfirler için hakeret verici bir azab hazırlamışızdır.

37. Bu âyeti kerime, Allah'ın emrine muhalefet edip iyilik ve Allah yolunda harcamaktan kaçınan, cimrilik yaparak Allah'ın nimetini inkâra cür'et eden şahısların verilmiş halini şöylece bildirmektedir.

(Onlar ki, cimrilikte bulunurlar) mallarını icâbeden yerlere sarfetmezler, bilgileri bakımından da cömertlik göstermezler, mümkün olduğu halde insanları aydınlatmak ve irşada çalışmaktan kaçarlar, (ve insanlara cimrilik ile emrederler) başkalarını da cimriliğe şevke, insanlığa hizmetten alıkomaya çalışırlar, (ve Allah Teâlâ'nın kendilerine lütf undan olarak vermiş) lütuf ve ihsanda bulunmuş (olduğu şeyi) de (gizlerler) mallarını, servetlerini, bilgilerini göstermezler, nimeti inkâr ederler, İslâm dinine mümkün olduğu kadar hikmetten çekinirler. Artık öyle kimseler her türlü kınanmaya, azaba lâyık bulunmuş olmazlar mı?. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (ve biz kâfirler için) Allah Teâlâ'yı inkâr, ona ortaklar isnat edenler için veya onun verdiği nimetleri inkâr eyleyenler için (hakaret verici) hor ve hakir kılıcı, zillete düşürücü olacak (bir azab hazırlamışızdır.) binaenaleyh insanlar, bu elem verici azabı düşünmeli, bunu gerektirecek olan gayrimeşru, inkarcı hareketlerden kaçınmalıdır.

§ Buhl, hisset: Cimrilki, tam'akârlık, ihsanı engellemektir. Bu bir ruhî melekedir ki, malını lâyık olan yere sarfetmekten insanı engeller. Şer'an buhl, verilmesi vacip olan şeyi engelleyen bir haleti ruhiyedir. Ragıpı lsf e hani diyor ki: Buhl, bir nankörlük tabiatıdır. Nankörlük ise küfrün başlangıcıdır. Şair Vehibi de şöyle diyor:

"Buhl ile olduğu içip pel merdin"

"Girmedi mu s h af a namı Nemrud"

§ Rivayete göre bu âyeti kerime, ensarı kirama fakir olursunuz diye mallarını harcamamalarını tavsiye eden ve Rasülü Ekrem'in vasıflarını kendi kitaplarında görmüş oldukları halde onu itiraf etmeyip gizleyen bir kısım Yahudiler ve emsali haklarında nazil olmuştur.









38. Ve o kimseler ki, mallarını insanlara gösteri; için sarfederler ve Allah Teâlâ'ya ve âhiret (gününe imân etmezler. -Allah Teâlâ onları da sevmez- Ve her kime ki şeytan arkada; olursa artık o ne fena bir arkadaştır.

38. Bu mübarek âyetler, gösteri; için yapılıp da güzel bir inanca dayanmayan harcamaların dinî, ahlâkî bir kıymeti olmadığını bildirmektedir. Ve en kolay bir kulluk vazifesi olan imandan ve hak rızası için harcamadan dolayı mükelleflerinin zarara uğramayıp bilâkis mükâfatlara nail olacaklarına şöylece işaret buyurmaktadır, (o kimseler ki,) o münafık veya müşrik olan şahıslar ki, (mallarını) Allah rızası için değil, sadece (insanlara gösteri; için) kuru bir şöhret kazanmak için (sarfederler) manevî bir mükâfat beklemezler, öyle bir mükâfata inanmazlar (ve Allah Teâlâ'ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılığına inanmazlar (ve âhiret gününe) de (imân etmezler) bir ebedî mükâfat ve ceza âleminin varlığını bilip tasdik eylemezler ki, mallarını Allah rızasını taleb, sevaba kavuşmayı ümit edererk harcamada bulunsunlar. İşte Allah Teâlâ onları da sevmez, onlar için de âhiret azabı vardır. Onları yoldaşları şeytandır, (ve her kime ki, şeytan arkadaşı olursa) her kimin ki yoldaşı iblis ve onun yardımcısı bulunursa (artık o ne fena bir arkadaştır.) arkadaş olduğu kimseyi aldatır, pek fena bir yola götürür, cennetten uzaklaştırır, cehenneme sevkeder durur.









39. Ne olurdu onlara?. Eğer Allah Teâlâ'ya ve âhiret gününe imân etselerdi ve Allah Teâlâ'nın kendilerini rızıklandırmış olduğu şeylerden infakta bulunsalar idi. Ve Allah Teâlâ onları hakkıyla bi-licidir.

39. ıNe olurdu onlara?.) o şeytana uyan, imândan mahrum kalan, gayrimeşru hallerde bulunan kimselere ne zarar ve ziyan meydana gelirdi?, (eğer Allah Teâlâ'ya ve âhiret gününe imân etselerdi) bütün kâinat Cenâb-ı Hak'kın varlığına dalâlet edip dururken o Yüce yaratıcının varlığını anlamak çetin birşey midir?. O hikmet sahibi Yaratıcının milyonlarca kudret eserleri gözler önünde parlayıp dururken onun kudretiyle bir âhiret âleminin varlığı da nasıl inkâr edilebilir? Artık o gafiller bunları tasdik etselerdi (ve Allah Teâlâ'nın kendileri merzuk buyurmuş olduğu) mallardan, nimetlerden bir kısmını gösteriş için değil, sırf Allah rızası için (harcamada bulunsalardı) ne kaybetmiş olurlardı?. Bilâkis kendilerini Allah'ın azabından kurtarmış, nice mükâfatlara nail olmuş olurlardı. (Ve Allah Teâlâ onları) o riyakârca, inkâr edercesine münafıkça hareket edenleri (hakkıyla bilicidir.) onların içinde olanları bilicidir, onların riyakâr olduklarını, gayrimeşru maksatlarını da tamamiyle bilmektedir. Eğer onlar tevbe edip af dileyerek hakka dönseler Yüce Allah onu da bilir, mükâfatını verir.

Evet... Cenâb-ı Hak, her şeyin dış görünüşünü de içini de bilir. Hiçbirşey onun ilminden hariç olamaz. Artık herkes ona göre hareketini tanzim ederek Cenâb-ı Hak'ka sığınmalıdır, onun rızasına muhalif hareketlerden kaçınmalıdır. Bundan başka selâmet ve saadet çaresi yoktur.













40. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer bir iyilik olursa onu kat kat arttırır ve kendi tarafından büyük bir mükâfat da verir.

40. Bu mübarek âyetler, Cenâb-ı Hak'kın zulüm etmekten uzak olduğunu ve iyiliklerin sevabını kat kat arttıracağını beyan ile insanları ibadet ve itaat a teşvik etmektedir. Ve insanlığa ait bütün hayalî durumların birer mükemmel şahitlikte isbat edileceğini, küfür ve isyan ehlinin de ne kadar pişmanlıklarda bulunacaklarını şöylece beyan buyurmaktadır: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) şanı yüce bir âdildir. Bütün emirleri ve yasakları birer adalet ve hikmet gereğidir. O kerem sahibi Yaratıcısı yaratıkları hakkında (zerre kadar) en ufacık bir miktar bile (zulüm etmez) kimsenin lâyık olduğu sevap ve mükâfatı eksik vermez ve kimsenin hakkında lâyık olduğu azabı artırmaz, (ve) bilâkis (eğer) zerre kadar (bir iyilik olursa onu) o iyiliğin sevabını (kat kat arttırır) onun sevabının miktarını on kattan binlerce kata kadar artırır, (ve kendi tarafından) Yüce katında bir iyilik karşılığında olmaksızın bir lütuf ve ikram yoluyla (büyük bir mükâfat da verir) pek büyük bağışlarda bulunur, dilediği kulunu bir nice ruhanî, ebedî saadetlere mazhar buyurur. Bunların miktarını tayin bizler için mümkün değildir. Bununla beraber bu nimetler, bu mükâfatlar, ebedidir, sonsuzdur, bir süre ile kayıtlı değildir. Nasıl ki âhiret hayatla da sonsuzdur, yok olması mümkün değildir.

§ Mi s kal kelimesi, burada vezin ve miktar manasınadır. Zerreden maksat da pek küçük şey demektir. Zerre kelimesi lügatta pek ufak bir parça, ufacık karınca, karıncanın yumurtası, güneşin ışını içinde görünen ufacık toz manasınadır.











41. Nasıl olacak!. Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, senî de onların üzerine bir şahit getireceğimiz zaman?..

41. (Nasıl olacak) o kâfirlerin, o münafıkların, o din düşmanlarının hâli?. Kıyamet gününde (her ümmetten bir şahit getireceğimiz) zaman ki, onların aleyhlerinde şahitlikte bulunacaklardır. Bu şahitler ise onlara vaktiyle gönderilmiş olan Peygamberlerdir, (seni de) ya Muhammedi. Aleyhisselâm (onların) o şahit olan zatların veya mü'minlerin veya bütün insanların (üzerine bir şahit getireceğimiz zaman) yani: Ey son peygamber! Seni geçmiş peygamberlerin doğmlıığıına, onların ümmetlerine Allah'ın hükümlerini tebliğ eylemiş olduklarına dâir şahit tayin edeceğim zaman, ve diğer insanlar hakkında da fiil ve harekâtlarına dâir şahitlikte bulunacağın zaman o azaba uğrayacak kimselerin halleri ne olacak?. Bunu düşünmeli değil midirler?.











42. Kâfir olanları ve Peygambere isyan etmiş bulunanlar o gün:

42. (Kâfir olanlar) Allah'ı, inkâr edenler, İslâmiyet i kabul etmeyenler (ve peygambere isyan etmiş) onun emirlerine, yasaklarına muhalefet eylemiş (bulunanlar o gün) o kıyamet günü, o aleyhlerinde şahitlikler vuku bulunacağı zaman, imkânsızları temennide bulunacaklar (keşke yerin dibine sökülmüş) kabirlere gömülmüş, üzerlerine topraklar örtülmüş veya hiç kabirlerinden diriltilip çıkarılmamış veyahut asla yaratılmayıp toprak halinde bulunmuş (olsalardı diye arzuda bulunacaklardır) bunların bu boş düşüncelerini, temennilerini Cenâb-ı Hak bilir, (ve Allah Teâlâ'ya) karşı (hiçbir sözü s aklay anlayacaklardır.) onların hiçbir sözü, hiçbir emeli Cenab'ı Hak'ka gizli kalamaz. Onların bütün vücutlarının parçaları bile onların aleyhine şahitlikte bulıınacakdır.

§ Bu âyeti kerimede küfrün üzerine isyanın atf edilmesi, dalâlet ediliyor ki, kâfirler, küfürlerinden dolayı azaba uğrayacakları gibi Peygambere isyan edip bir kısım:

Fi mattan olan amelleri terketmiş olmalarından dolayı da azaba uğrayacaklardır. Bu halde onlar bu fürııi amal ile de bir hikmete binaen mükellef bulunmuşlardır ki, bunları yapmamaktan dolayı da ayrıca mesul olur ve cezaya çarptırılırlar.









43. Ey mü'minler!. Siz sarhoşlar olduğunuz halde ne söyleyeceğinizi bileceğiniz ana kadar ve cünüp olduğunuz halde de -yolcu olmak müstesna- gıısııl edinceye kadar namaza yaklaşmayınız. Ve eğer siz hasta veya sefer halinde olursanız veya sizden biri ayakyolıından gelir de veya siz kadınlara dokunur da su hu lam aks an iz o zaman temiz bir toprak ile teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve ellerinize mesheyleyiniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ affedici ve yargılayıcıdır.

43. Bu âyeti kerime, namaza mâni olan halleri ve namaz için pak ve temiz olmaya riâyetin yollarını ve teyemmümün mahiyetini göstermektedir. Şöyle ki: (Ey mü'minler!. Siz) şarap ve diğer sarhoş edici şeylerden biriyle (sarhoşlar olduğunuz halde) namaza yaklaşmayınız, namaza kalkmayınız veya namaz için mescitlere gitmeyiniz, (ne söyleyeceğinizi bileceğiniz ana kadar) kendinizi namaza şevket meyin iz. Çünki bu halde kulluk vazifesi tam bir şuur ile ifa edilmiş olamazlar. Ve kıraat fârizesi I ây ikiyle ifa edilemez, namaz esnasında kötü durumlar meydana gelebilir, (ve tünüp olduğunuz) rüyada iken ihtilâm olduğunuz veya el ile mastürbasyonda bulunduğunuz veya eşlerinizle cinsel ilişkide bulunduğunuz (halde de) namaza yaklaşmayınız, bu haramdır, (yolcu olmak müstesna) Yolculuk halinde suyun bulunmamasına veya zorlukta temin edilebileceğine göre gıısııl vazifesi, ertelenir, teyemmüm ile yet inilir. Yolcu değilseniz (gıısııl edinceye kadar) bütün vücudunuzu usulü dairesinde su ile yi kayın caya kadar (namaza yaklaşmayınız) böyle bir gıısııl bulunmayınca namaz kılmak caiz olmaz, (ve) Ey mü'minler!, (eğer siz hasta veya sefer halinde olursanız) hastalığınızdan veya yolculuğunuzdan dolayı suyu bulup kullanmaya muktedir bulunmazsanız (veya sizden biri ayakyolıından) küçük veya büyük abdest bozma gibi bir olayı müteakip (gelirde veya siz) eşleriniz olan (kadınlara dokunur) onlarla cinsel ilişkide bulunur (da) gıısııl I erin ize yetecek (su bulamazsanız) mazeretli sayılırsınız (o zaman temiz bir toprak ile) pak bir yer parçası ile, bir kaya ile onlara ellerinizi sürmek suretiyle (teyemmüm ediniz.) Şöyle ki: Teyemmüme niyet ederek iki ellerinizi temiz toprak cinsinden birşeye iki defa sürerek (yüzlerinize ve) dirseklerinize kadar (ellerinize mesheyleyiniz) bu azaları böyle iki defa el sürüp sıgayınız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Hata edenleri (affedici ve) günahkarları (yari iğ ayıcı) günahlarını örtücü ve yok edici (d ir) bunun içindir ki, müslümanlara bu kadar kolaylık bahsetmiştir. Teyemmüm: Bu müslümanlara mahsus bir ilâhî izindir.

§ Rivayete göre İslâm'ın başlangıcında sarhoş edici şeyler d ah a yas aklan mam işti. Abdıırrahman İbni Avf hazretleri bir gün yemek ve şarap hazırlayarak es h abı kiramdan

bazısını evine davet etmişti. Bunlar yiyip içtikten sonra yatsı namazı vakti gelmişti, içlerinden bir zatı imamlığa geçirip namaza başladılar. O zat, sarhoşluk tesiriyle: = taptığınız şeylere tapmanı. Kâfinin sûresf 109/2) âyet i kerimesini= taptığınız şeylere tapanın) okuyarak Allah'ın

beyanına aykırı bir okuyuşla bulundu. Bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, daha sarhoşluk hâli gitmeden namaza başlanılması yasaklanmıştı. Dahasonrada bütün sarhoş edici şeylerin kullanılması Mâide süresindeki bir âyeti kerime ile kesin olarak haram kılınmış ve yasaklanmıştır.

§ Teyemmüm, lügatte kastetmek manasınadır. Şer an su bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanılmasına kudret bulunmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden birşey ile abdestsizliği gidermek maksadiyle yapılan bir muameledir. Şöyle ki: Teyemmüm yapması lâzım gelen bir kimse, iki elini toprak cinsinden bir yere bir kere vurup onunla yüzünü m es heder, sonra iki elini bir daha vurup bununla da d i ıs eM eri ne kadar iki elini m es h eyler.

Bu teyemmüm ameliyesi, ya abdestsizliği gidermek veya namaz kılmak veya taharet siz sahih olmayan diğer bir ibadette bulunmak niyetiyle yapılmak lâzımdır. Binaenaleyh teyemmümün farzları, bir niyet ile iki meshten ibaret bulunmaktadır. Teyemmümü meşru kılan özür, suyun bulunmamasıdır. Veya suyu kullanmaya hakikaten veya hükmen kudret bulunmamış olmasıdır. Bir kimsenin bulunduğu yerden en az bir mil, yani Dört bin adım uzakta bulunan bir su, hakikaten yok demektir. Su bulunduğu halde bunun kullanılması takdirinde hastalanmaktan veya hastalığın artmasından veya uzamasından bir tecrübeye veya müslüman, yetkili bir tabibin beyanına binaen korku I ursa su hükmen bulunmamış sayılır.

Teyemmüm, temiz olan toprak ile yapılacağı gibi yer cinsinden olan şeyler temiz kum ile, alçı ile, horasan ile, mermer gibi madenî şeyler ile, kiremit, tuğla, ve yakut, zümrüt, mercan ile de yapılabilir. Kurumadıkça çamur ile yapılamaz. Teyemmüm, hicreti nebeviyenin beşinci senesinde meşru olmuştur. O sene Beni Mu st el ak gazvesinde Rasülü Ekrem ile beraberindeki mücahitler susuz bir yerde gecelemişlerdi. Sabah namazını kılmak için ab dest alacak suları bulunmuyordu. Sabaha yakın teyemmümün meşruiyeti hakkındaki bu âyeti kerime nazil olmuş, esbabı kiram çok sevinmişler, teyemmüm yaparak namazlarını kılmışlardır.







44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi?. Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yolu sapıtmanızı istiyorlar.

44. Bu mübarek âyetler, bir takım din düşmanlarının feci, kötülük ister hallerini bildirmektedir. Ve onların hallerini Cenâb-ı Hak'kın t amam iyi e bilir olduğunu ve ehli İman için koruyucu ve yardımcı olmağa Hak Teâlâ'nın kâfi bulunduğunu müjdelemektedir. Şöyle ki: Ey dost ile düşmanı, hak ile bâtılı görüp ayırd etmek kabiliyetinde bulunan herhangi bir mü'minl, (kendilerine kitaptan) Tevrat'tan (bir nasib) bir miktar bilgi (verilmiş olanları) Yahudilerden bir taifeyi (görmedin mi?.) onların hallerine bakıp ne mahiyette kimseler olduklarını anlamadın mı? Onları anlamamak kabil mi?. Onların cahilce, düşmanca halleri açıktır. Onlar dalâleti (sapıklığı) hidâyet karşılığında (satın alıyorlar) kitaplarında gördükleri bir takım haki kat I arı, özet olarak. Son Peygamber Hazretlerinin vasıflarına ait âyetleri bırakıyorlar da inkâr vadisine sapıyorlar, (ve sizin de) Ey müslümanlar!, (yolu) hakka kavuşturucu olan müstakim yolu, İslâmiyet yolunu terkederek (sapıtmanızı) İslâmiyet'ten mahrum kalmanızı (istiyorlar) sizin hakkınızda bu kadar kötülük istiyorlar. Artık siz bu gibi düşmanlarınızı bilmeli, aldatmalarından sakınmalı değil misiniz?









45. Ve Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı daha çok bilicidir. Ve Allah Teâlâ bir velî olarak kâfidir. Ve Allah Teâlâ bir yardımcı olarak da kâfidir.

45. (Ve) Ey mü'minler!. Şunu da biliniz ki, (Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı) sizden ve herkesten (daha ziyade bilicidir.) Bu cümleden olarak o sizi hak yoldan sapıtmak isteyen düşmanlarınızın bütün hâl ve durumunu davranışlarının kötülüğünü hakkıyla bilicidir, (ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ) sizin için bütün işlerinizde bir koruyucu bir muhafaza edici, bir yardımcı (bir veli olarak kâfidir) daima ona sığınınız. (Ve Allah Teâlâ) sizin için her alanda, her menfaate (bir yardımcı) bir destekçi (olarak da kâfidir) artık daima ondan yardım ve muvaffakiyet niyaz eyleyiniz. O Yüce Yaratıcı, sizleri o düşmanlarınızın bütün hile ve şerrinden korumaya fazlasıyla kâfidir. Buna inanmışızdır!..

§ Bu mübarek âyetler Yahudi âlimlerinden iki şahıs hakkında nazil olmuştur. Bunlar Abdullah İbni Übey gibi münafıkların reisler vasıtası ile İslâmiyet'in yayılmasına mâni olmak isterlerdi. Cenâb-ı Hak, onları isteklerinde başarısız kılmış, İslâmiyet'i fevkalâde yayılmaya muvaffak kılmıştır.









46. O Yahudi olanlardan ki, kelimeleri yerlerinden değiştirirler ve dillerini eğerek ve dine dokunarak "işittik ve isyan ettik, işit, işitmez olası ve rain a" derler. Ve eğer onlar işittik ve itaat ettik ve işit ve bizi gözet" deselerdi elbette onlar için hayırlı ve çok dürüst olurdu. Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri sebebiyle lanet etmiştir. Artık pek az müstesna olmak üzere onlar îman etmezler.

46. Bu âyeti kerime, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan şahısların ne şekilde dalalette bulunduklarını açıklamaktadır. Şöyle ki: O düşmanlar, o sapıklığı satın alanlar, o müslümanları doğru yoldan sapıtmak isteyenler (o Yahudi olanlardan) bir topluluktur ki (kelimeleri) Tevrat'ta ve sairede olan beyanları ve bilhassa Hz. Peygamber'in vasıflarına ait âyetleri (yerlerinden değiştirirler) onların aksini söylerler, o kelimelerin yerlerine başka kelimeleri koyarlar veya o kelimeleri Allah'ın maksadına aykırı, yanlı; bir şekilde tevile cür'et gösterirler, (ve) Peygamber meclisinde ve diğer yerlerde (dillerini eğerek) bükerek, yüz döndürerek (ve dine dokunarak) dine karşı alay ve eğlencede bulunarak, yerme ve kötülemeye cür'et ederek Rasûlü Ekrem'e karşı (işittik ve isyan ettik) derler. Böyle hasetlerini, düşmanlıklarını gösterirler ve tevriyeli bir söz olmak üzere de (işît, işitmez olası ve rain a derler) yani Rasûlııllah'a hitaben: Sen işit, kötü bir sözü işitmez olduğun halde ve bizleri gözet derler. Bu söz aynı zamanda "sen işit, sağır veya ölüm sebebiyle asla söz işitmez bir halde olarak" Veya işit, sağır veya ölüm sebebiyle asla söz işitmez bir halde işit" gibi bir mânâyı da kapsamaktadır. "Raina" kelimesine gelince:

Bu, "bizi gözet saygı göster" gibi bir mânâyı ifade eder. Resulü Ekrem'e karşı böyle bir talepte bulunmak Esasen ahlâka, âdabi muaşerete aykırıdır. Bununla beraber bu kelime: İbranî dilinde ahmak tabiri gibi bir sövme ve ihaneti de kapsamaktadır. Rasûlü Ekrem'e harsı böyle bir hitab ise en büyük bir alçaklık ve sapıklık alâmetidir. Bakara süresindeki 104 üncü âyetin tefsirine bakınız, (ve eğer onlar) o terbiyeden, hakikati görmekten mahrum topluluk (işittik ve itaat ettik ve işît ve bizi gözet deseler idi) böyle hitabetmeleri (elbette onlar için* öyle söyledikleri sözler gibi zararlı olmazdı. Bilâkis haklarında (hayırlı ve çok dürüst) adalete uygun (olurdu) ne yazık ki onlar böyle bir terbiyeden, yetenekten mahrum idiler, onun içindir ki, öyle demediler ve hayıra nail olamadılar. (Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri) dinsizlikleri, Hz. Peygambere karşı edepsizce cüretleri (sebebiyle lanet etmiştir) onları yardımsızlığa ve alçaklığa terk etmiştir. Onları hidayetten uzaklaştırın ıştır, (artık) Bundan sonra (pek az müstesna olmak üzere) yani: İmân edilecek şeylerden yalnız şayanı kabul olmayacak pek az şeylere imân etmeleri veyahut içlerinde Abdullah İbni Selâm ve Keab gibi bazı zatların İslâmiyet'i kabul eylemeleri müstesna, (onlar) tamamen (imân etmezler) dinsizliklerinde, düşmanlıklarında devam eder dururlar. Sonunda bu kötü hareketlerinin cezasına kavuşurlar.







47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar!. Sizin beraberinizde bu-lıınanı tasdik edici olarak indirmiş olduğumuza imân ediniz, biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmemizden veya cumartesi adamlarına lanet ettiğimiz gibi onlara lanet etmemizden evvel. Ve Allah Teâlâ'nın emri vaki bulunmaktadır..

47. Bu âyeti kerime, ehli kitabı uyanmaya, İslâm dinini kabule davet buyurmaktadır. Şöyle ki: (ey kendilerine) Tevrat adındaki (kitap verilmiş olanlar) ey Yahudi cemaati, ey Yahu d âlimleri (sizin beraberinizde) toplumunuzun arasında mevcut (bulunanı) Tevrat kitabını, aslı itibariyle bir ilâhî kitap olmak üzere (tasdik edici olarak) Cibril'i emin vasıtasiyle son peygambere indirmiş, vahy ve inzal buyurmuş (olduğumuza) Mucize Kur'an'ı Kerim'e (imân ediniz) onun da bir ilâhî kitap olduğunu tasdik ediniz. Öyle bir apaçık kitabı inkâr etmenin korkunç cezasını düşününüz. Kur'an'ı Kerim ki; dinin bütün esaslarını kapsayan, bütün peygamberleri t as el i h edici, içindekilerin tümü ilme, ahlâka, hikmete uygun, bütün âyetleri birer edebî mucize bulunuyor. Artık onu nasıl inkâr edebiliyorsunuz?. İmdi o Kur'an'ı Kerim'i (biz bir takım yüzleri) inkarcıların yüzlerin d eki göz, kulak, ağız, burun gibi azalarını hakikaten veya hükmen (silip de) mahvedip de (enselerine çevîrm em izden) evvel tasdik ediniz, (veya cumartesi adamlarına) yâni: "ile" ahalisinden olan ve cumartesi günü balık avlamak kendilerine yasak edildiği halde bu husustaki Allah'ın yasağına aykırı harekette bulunan bir kısım Yahudi taifesine (lanet ettiğimiz gibi) o cumartesi adamlarının suratlarını değiştirerek kendilerini maymun ve domuz şekline soktuğumuz gibi (onlara) o bir takım yüzlere (lanet etmemizden) onları da değiştirerek kendilerini maymunlara, domuzlara çevirmemizden (evvel) imân eyleyiniz ki, öyle felâketlerden kurtuluş bıılabilesiniz. (ve) Şüphe yok ki (Allah Teâlâ'nın emri) kazası, takdir buyurduğu herhangi birşey (vaki) yerine gelir (bulunmaktadır) onun emrini bozacak, hükmünü reddedecek bir kuvvet yoktur. Artık imân etmediğiniz takdirde sizin hakkınızda da bu ilâhî tehdit her halde tehakkıık edecektir. Nitekim geçmiş milletler hakkında da Cenâb-ı Hak'kın ilâhî vaidi meydana gelmiştir.

§ Tam s kelimesi, birşeyi izi kalmayacak bir halde mahv ve yok etmektir. Bunun mecazen mânâsı da bir kimseyi hidayetten dalâlete selâmetten felâkete döndürmektir. Bu hadisenin, bu ilâhî tahdidin hu âyetteki mu hat ab I ar hakkında ne şekilde meydana geleceği izaha muhtaçtır. Şöyle ki: Bu ilâhî tehdit herhalde kalıcıdır. Daha kıyamet kopmadan onların yüzlerinde böyle bir değişiklik meydana gelecektir. Veya bu ceza onlara kıyamet gününde tatbik edilecektir. Veya bu ceza, onlardan hiçbirinin imân etmemesi haline mahsustur. Onlardan bazıları imân ettiği için bu ceza, diğerlerinden kaldırılmıştır. Bu cezadan maksat, bazı zatlara göre de manevî bir değişmedir, onların dalalette kalmalarıdır, kalp yüzlerinin hidâyeti görmekten mahrum olarak küfür ve taşkınlığa döndürülmeleridir. Bununla beraber bu ilâhî tehdit iki şekilde olur. Biri Tems, mesh şekli, diğeri lanete hedef olmak şekli. Haklarında böyle bir ilâhî tehdit bulunan şahıslar ise zaten lanete hedef olmuşlardır. Binaenaleyh, bu ilâhî tehdit tehakkuk etmiş demektir.

§ Peygamber efendimiz, Yahudilerin Abdullah İbni Surya, ve Keab bin Esed gibi âlimleriyle konuşmuş. Ey Yahudi cemaati!. Allah'tan korkunuz, müslüman olunuz, Allah hakkı için siz, benim kendinize tebliğ ettiğim şeyin hak olduğunu mutlaka bilirsiniz, diye buyurmuş, onlar ise biz bunu bilmiyoruz demiş, savuşup gitmişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur. Bu mübarek âyeti işiten Abdullah İbni selâm, peygamber zamanında, Keab ü I Eh bar da Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında İslâm şerefine nail olmuşlardır. Bu iki zat Yahudi âlimlerinden bulunuyorlardı.







48. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ Yüce zatına ortak koşulmasını yari ı gam az. Onun ötesinde olanı da dilediği kimse için yari iğ ar ve her kim Allah Teâlâ'ya ortak koşarsa muhakkak pek büyük bir gü-nah ile iftirada bulunmuş olur.

48. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hak'kın yüce zatına ortak koşan, yani şirk ve küfr içinde ölen kimseleri asla affetmeyeceğini ve şirk ve küfrün dışındaki günahları işlemiş olanlardan ise dilediğini affedeceğini ve dilediğini bir müddet azaba uğratacağını şöylece göstermektedir. (Şüphe yok ki,) muhakkak bir hükmü ilâhîdir ki, (Allah Teâlâ Yüce zatın) kendisinin varlığına, birliğine, yaratıcılığına, mabut I uğun a, ezelî ve ebedî olduğuna ve dinî hükümlerine ait herhangi hususta (ortak koşulmasını) böyle küfr ve şirkte bulunulması en büyük bir cinayet ve dalâlet olduğundan, (yari ı gam az) sahibini af ve bağışa nail buyurmaz. Bunların sahipleri ebedî olarak cehennemde hal ip azap çekeceklerdir, (onun) böyle şirk ve küfrün (ötesinde olanı da) küçük ve büyük kabilinden olup küfrü gerektirmeyen herhangi günahı da kullarından (dilediği kimse için) tövbekar olsun olmasın (yari iğ ar) affeder ve örter. Bu, bir ilâhî vaaddır ki, herhalde tehakkuk edecektir. (Ve her kim Allah Teâlâ'ya ortak koşarsa) Hak Tealâ Hazretlerini inkâr eder veya başka mabutların, yaratıcıların da varlığına inanırsa veyahut Cenab'ı Hak'kın umuma yönelik dinî hükümlerini kabul etmeyip red ve inkâra cür'et gösterip küfre düşerse (muhakkak pek büyük bir günah ile) öyle bütün günahların üstünde olarak işlemiş olduğu bir inkâr ile, bir fikrî dalâlet ile Cenab'ı Hak'kın mukaddes zatına karşı sözlü olarak veya fiilen (iftirada bulunmuş olur) artık böyle bir dalâlet ve cinayetin cezası da ebedîdir, af ve bağışlanmaya lâyık değildir. Bu husustaki ilâhî tehdit de kat'î olduğundan artık onların haklarında af ve bağışlama asla düşünülemez.

§ Şirk lügatte ortaklık, birlikte olmak demektir. Şerik de, ortak manasınadır ki, çoğulu: Şürekâdır. Şer'an şirk; küfr ve inkârdan -ki bundan Allah'a sığınırız- Cenab'ı Hak'ka ortak koşmaktan, Hak Tealâ'nın hâşâ benzeri ortağı var demekten ibarettir. Küfr de lügatte örtmek, örtbas eylemekten, onun ilâhî nimetlerini, dinî hükümlerini, inkâra cür'et etmekten ibarettir. Küfür sıfatını taşıyana da "kâfir" denir. Çoğulu: Küf far, kefere ve kâfirdir. Küfran da örtmek, nimeti inkâr eylemek manasınadır. Meselâ: Cenab'ı Hak'ki inkâr eden veya ona ortak koşan kimse kâfir olacağı gibi ilâhî nimetleri örten ve inkâr eden, kısaca bütün insanlık için bir hidâyet rehberi olan Son Peygamber Hazretlerini ve ona nazil olmuş olan Kur'an'ı Kerim'i inkâr eden herhangi bir şahıs da bu muazzam nimet ve lütfü örtbas etmiş nimete nankörlükte bulunmuş, olacağından kâfir, müşrik adını, vasfını hak etmiş olur. Şirk, dört türlüdür. Birincisi: Cenab'ı Hak'ka i I âh I ıkt a ortak koşmak suretiyle olur. İkincisi: Hak Teâlâ'ya varlığınız zorunlu olması bakımından ortak koşulması itibariyledir. Üçüncüsü: Kâinatın yaratılması ve idare edilmesi bakımından ortak koşmak şeklinde olur. Dördüncüsü de:

C en ab' ı Hak'ka ibadet ve itaat hususunda başkalarını ortak koşmak suretiyle olur. Yalnız seneviyye denilen taife, Cenâb-ı Hak'ka ilâhlığı, varlığının zorunlu olması, ve kudret ve hikmeti itibariyle ortak koşmuşlardır. Çünki bunlar iki i I âh lığın varlığına inanırlar. Birisine "hayır yaratıcısı" derler. Diğerine de bir sefih mabuddıır. Şerri vücuda getirir diye inanırlar. Birincisine: "yezdân" ikincisine de "ah rem en" adını verirler ki, bu ikincisi iddialarına göre şeytandan ibarettir. Allah Teâlâ'ya ibadet ve kâinatı idare etmek bakımından ortak koşanlar ise pek çoktur. Yıldızlara tapanlar, yıldızları birer âlemi idare edici sananlar bu cümledendir. Bunların bir kısmı, bu yıldızları bu dünyanın birer idare edicisi sayar, onlara ibadet etmeği bir vecibe bilirler. Diğer bir kısmı ise Cenâb-ı Hak'ki tamamen inkâr eder, semalar! ve yıldızları birer varlığı zorunlu ve yok olması imkânsız varlık sayarlar. Bunlar: "Dehriyyıın" denilen aşırı kâfirlerden bulunmaktadırlar. Diğer bir kısım kimseler de Allah Teâlâyı tasdik etmekle beraber putlara, heykellere veya kendi büyüklerine, meselâ bilginlere ve Hz. Mesihe ibadette bulunurlar puta tapanlar da bu cümledendir.

Netice olarak: Cenab'ı Hak küfr ve şirk ehlini asla af f etmiyecektir. Bu, birçok âyetler ile sabittir. Küfr ve şirk, bir yoğun perdedir ki, imân nurunun kalbe ulaşmasına mâni olur. Küfr ve şirk, insanlık aklının düşebileceği en son noktadır. Bütün diğer rezaletler bundan doğar. Bu, bütün fertleri de cemaatı da manen mahveyler. Bir kere düşünmeli!. Bir kimse ki, bu kâinatın genişlik ve büyüklüğünü görür, bir kimse ki, hiçbir zerrenin boş yere yaratılmamış olduğunu anlar, bununla beraber taşlara, heykellere veya kendisi gibi âciz fâni insanlara tapar durursa, bunları o muazzam kâinatın yaratıcısına ortak koşarsa artık onun manen, ruhen ne dereceye kadar düşmüş olduğu görünmez mi?

Hele insan şeklinde olup hayvanlardan bile aşağı bir yaratılışta olan o bir kısım inkarcılar ki; onlar bu mu azam kâinatın Yüce Yaratıcısını büsbütün inkâr ediyorlar, hayalî bir tabiata tapınıyorlar, bütün varlıkların kendi kendine var olduğuna inanıyorlar. Artık bunların bu sonradan yaratılmış, fâni varlıkları birer yaratıcı tanımış, bu cihetle bunları bilmeksizin kâinatın yaratıcısına ortak koşmuş, ne kadar karanlık bir düşünce içinde kalmış odııkları apaçık görülmüyor mu? Ya o diğer bir kısım insanlar ki, onlar görünüşte Cenâb-ı Hak'kın varlığına inanıyorlar, bununla beraber o Yüce Yaratıcıya mahsus olan yaratıcılık ve m ab ıı diyet sıfatını yaratılmışlardan bazılarına da isnat ediyorlar, meselâ: Kendi âlim ve ruhbanlarını Allah'tan başka rab ediniyorlar. Hz. Mesihe rablık sıfatı isnat ediyor, Allah'ın oğlu diye tapıyorlar, bununla beraber de birçok ilâhî hükümleri bir kısım Yüce peygamberleri inkârda bulunuyorlar, özellikle binlerce deliller ile, mucizeler ile peygamberlik ve ri s al et i sabit olan son peygamberi ve ona nazil olup bir ebedî mucize olan Kıır'an'ı Kerim'in ilâhî bir kitap olduğunu tasdik etmiyorlar. Artık bu gibi kimseler de küfür ve şike düşmüş, ebedî şekilde ilâhî azabı haketmiş olmazlar mı

Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tekilâha kulluk etmeleri emrolıındıı. Ondan başka Allah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeyden uzaktır. (Tevbe, 9/31) âyeti kerimesi bunların da küfr ve şirke düşmüş olduklarını bildirmektedir. Sözün özü: Cenâb-ı Hak'ka sözle, fiilen hükmen ortak koşanlar, daha dünyada iken tövbe edip ve af dileyip inançlarını düzelt m edikçe ebedî

azaba uğrayacaklardır. Hz. Ömer'den rivayet olduğuna =Ey kendi nefisleri aleyhine haddi a;an kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. (Zümer, 39/53) âyetikerimesi nazil olunca: "Ya Rasülüllah şirk ne olacak." diye sormuşlar, onun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, şirkten, yani küfürden başka bir kısım günahların hakkında Allah'ın bağışlamasının tecelli edeceğini bildirmiştir. Diğer bir rivayete göre de bu mübarek âyet. Vahşi bini Harb ile arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Vahşi, Hz. Hamza'yı şehit etmiş. Mekke'i Mükerreme'ye dönünce pişman olmuş, arkadaşlariyle beraber Rasülü Ekrem'e bir mektupla müracaat ederek: "biz müslüman olmak istiyoruz. Fakat biz müşrik bulunuyorduk, bir takım büyük günahları işledik, bunlar bizim isîâmiyetimizin kabulüne mâni olur mu?." diye sormuşlar. Bunun üzerine:

Ancak t evi) e ve imân edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. (Fıırkan, 25/70) âyeti kerimesi nazil olmuş, bunun

üzerine Vahşi ile arkadaşları tekrar müracaat ederek "biz imân edeceğiz, fakat salih amellerde devam edebileceğimize emin olamıyoruz." demişler. Bunun üzerine de işbu kırk sekizinci âyeti kerime nazil olmuş, şirk ve küfrün dışında günahları Cenab'ı Hak'kın dilediği kulları hakkında affedip örteceği beyan buyurulmuş. Vahşi ile arkadaşları d a t evb eve isti ğf ar edip I s I âm ş eref i ne n âi I o I m ıı ş I ard ı r.



49. Bakmadın mı o kimselere ki, nefislerini tezkiye eder dururlar. Belki Allah Teâlâ dilediğini tezkiye eder ve kıl kadar zulüm edilmezler



49. Bu mübarek âyetler, ümmetin fertlerinden olup da kendilerini gerçeğe aykırı olarak temize çıkaranların bu hareketlerini kınamakta ve Allah'ın dini adına yalan yere söz söylemenin en acık bir günah olduğunu şöylece bildirmektedir. (Bakmadın mı o kimselere ki) o bir kısım kendini öven inkarcılara ki (nefislerini) gerçeğe aykırı olarak (tezkiye eder dururlar) yani: Kendilerinin fiilen ve sözlü olarak çirkin görülecek şeylerden uzak olduklarını iddia ederler, bu nekadar hayrete şayan bir cür'ettir. Kendilerindeki küfr ve taşkınlığı hiç görmüyorlar, onlar yalancıdırlar, inançlarındaki bâtıllık sebebiyle nefislerini temize çıkarmaya selâhiyetleri yoktur, (belki Allah Teâlâ) Bir fayda ve hikmete binaen kullarından (dilediğini tezkiye eder) mü'm in, salih temize çıkarılmaya lâyık olan herhangi kulunu tezkiye buyurur, onun sözlü olarak ve fiilen kabahatlerden uzak olduğunu ezelî ilmiyle bilir, onun kadrini yüceltir, onu bir hikmet gereği olarak temize çıkarır. Nefislerini gerçeğe aykırı olarak temize çıkaranlar ise bu çirkin iddialarından dolayı azaba uğratılırlar (ve kıl kadar) yani en küçük bir çekirdek çizgisi kadar bile (zulüm edilmezler) belki kendi lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olurlar. Nitekim tezkiyeye lâyık olan zatlar da lâyık oldukları mükâfatlarının eksiltilmesiyle zıılüme uğramayacaklardır. Bilakis fazlasıyla mükâfata nail olacaklardır.







50. Bak Allah Teâlâ'ya karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu açık bir günah olmak için kâfidir.

50. Yüce Resulüm! (Bak) hayretle bak, o kimselerin hallerine ki (Allah Teâlâ'ya karşı nasıl yalan uyduruyorlar?.) Kendilerine sahip olmadıkları vasıfları isnat ediyorlar, kendilerini tezkiye ediyor, yani nefislerini övüyor ve sena ediyorlar, kendilerinin Allah katında makbul, Allah'ın rizasına nail olduklarını iddia etmiş oluyorlar. Adeta onların küfrüne, isyanına Cenâb-ı Hak'kın razı olduğunu iddia etmek suretiyle Hak Teâlâ Hazretlerine karşı iftiraya cür'et gösteriyorlar. (Bu) hal, diğer günahlar ve kendilerini temize çıkarmak şöyle dursun, m üst akil I en (açık bir günah olmak için kâfidir) onların yalnız bu iddia ve iftiraları, onların en şiddetli azab ile cezalandırılmalarına sebep olmak için yeterlidir.

§ Rivayete göre bu mübarek âyetler, "Biz Allah'ın oğullarıyız ve dostlarıyız, bizden başkası cennete giremeyecektir" diyen ve gündüzün işledikleri günahların geceleyin ve geceleri işledikleri günahların da gündüzün affedilip örtüleceğini iddia eden bir kısım Yelindi ve Hıristiyan taifesi hakkında nazil olmuştur. Bununla beraber gerçeğe uygun, iyi bir m aks ad I a yapılmış olmayan herhangi bir tezkiye'i nefis de caiz değildir, yerilmiştir. Meselâ: Ümmetin fertlerinden bir insanın kendisini manevî kusurlardan uzak, güzel amal er ile ve çok ibadet ve tekva ile vasıflanmış ve Allah katında manevî yakınlığa kavuşmuş bulunmakla kendisini övmesi, medh etmesi, kendini temize çıkarmaktan ve övün genlikten ibaret olacağı için caiz olamaz.

Fakat Yüce peygamberlerin kendilerini tezkiye etmeleri, haki kat a uygun, ümmetlerinin kendilerine itaat ve tabi olmalarını temin hikmetine dayandığı ve mazhar bulundukları korunmıışlıık, ilâhî I üt uf I ara karşı bir şükran vazifesini ifa maksadına dayanmış olduğundan, caizdir. Ve hikmet ve menfaat gereğidir.







51. Görmedin mi o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş kimseleri ki, Cibt ve Tagııt'a imân ediyorlar ve kâfirler için bunlar mü'minlerden daha doğru bir yoldadır deyiveriyorlar.

51. Bu mübarek âyetler, putlara, şeytanlara tapınan, kâfirleri mü'minlere tercih eden birtakım İslâm düşmanlarının ilâhî lanetine hedef olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (görmedin mi) Bilip anlamadın mı?, (o kendilerine kitabtan) Tevrat gibi bir ilâhî kitaptan veya okur yazarlıktan (bir nasip) bir miktar bilgi (verilmiş kimseleri ki) onlar şirke düşmüşler (Cibt ve Tagııt'a) bu isimdeki iki put a veya Cibt adındaki bir put ileTağüt denilen şeytana (imân ediyorlar) onlara tapıyorlar, onlar için secdelere kapanıyorlar. Kitap d an nasipleri oldukları halde böyle cahilce müşrikçe bir harekette bulunuyorlar, (ve) bu adiliği yapan o kimseler (kâfirler için bunlar mü'minlerden) İslâm dinini kabul etmiş zatlardan (daha doğru bir yoldadırlar, deyiveriyorlar) ne acayip bir ruh haleti!.. Bütün ilâhî kitapları, bütün Yüce Peygamberleri tasdik eden, bütün güzel ahlâkı yaymaya çalışan müslümanlara öyle bir yüce zümreye karşı dinden mahrum, putlara tapmakla meşgul arap müşriklerini, öyle cahil bir taifeyi tercih etmek alçaklığında bulunuyorlar.







52. On I ar o ki m s el erd i r ki. On I ara Al I ah T eâl â I ân et et m i şt i r ve her kime ki. Al I ah T eâl â I ân et ederse art ı k onun için bir yard imci b ıı I am azs ı n.

52. Artık (onlar) öyle küfrü imâna tercih eden, putlara, şeytanlara tapınan şahıslar (o kimselerdir ki, onlara Allah Teâlâ lanet etmiştir.) Onları Cenabı Hak, öyle küfr ve isyanlarından dolayı rahmetten uzaklaştırın ıştır, (ve her kime ki, Allah Teâlâ lanet ederse) Onun Allah'ın rahmetinden koğıılması mukadder bulunursa (artık onun için) ebediyen (bir yardımcı) bir destekçi, bir imdad eden (bulamazsın) o ebedî olarak hüsrana mâruz kalır, bir selâmet alanına asla çıkamaz.

§ Rivayete göre Yahudilerden Hııyey bini Ahtep ve Keb İbni Eşref ile beraber yetmiş kadar arkadaşları Ulıııd Yakasından sonra Mekke'i mükerreme'deki müşriklerin yanına gitmişler, müslümanların aleyhine bir sözleşme yapmak istemişler, fakat Mekke müşrikleri bunların hakkında şüpheye düşmüşler siz ehli kitapsınız. Mu ham m ed -aleyhisselâm- da kitaba davet ediyor. O halde siz onun aleyhine olarak bizimle nasıl teşriki mesai edebilirsiniz?. Eğer siz bizim putlara secde ederseniz size o zaman inanırız demişler, o Yahudiler de Mekke müşriklerini tatmin için onların putlarına secde etmişler. Sonra Mekkeliler: Bizim dinimiz mi doğru, müslümanların dini mi doğru diye sormuşlar ve dinleri hakkında şöyle malûmat vermişler: "Biz Kabe'nin valileriyiz, hacılara su veririz, misafirlere konuklukta bulunuruz, esirleri serbest bırakırız, akrabayı gözetiriz, Rabbimizin evini tamir ederiz. Mu ham m ed -aleyhisselâm- ise yalnız bir Allah'a ibadet edilmesini istiyor, putlara ibadeti yasakılyor, ata ve ecdadımızın dinini terk etmemizi teklif eyliyor, aramıza ayrılık düşürmüş bulunuyor." Bunun üzerine Keab da demiş ki: Vallahi sizin yolunuz Mııhammed'in -Aleyhisselâm- takib ettiği yoldan daha doğrudur.

İşte onlar böyle putperestler! ehli tevhide tercih etmiş, kendileri de o müşrikler gibi Cibt ve Tâğııta secde eylemişlerdi. Bunun üzerine bu mübarek âyetler nazil olmuş, onların da müşrikler ile aynı düşüncede olduklarını göstermiştir.





53. Yoksa onlar için mülkten bir nasip mi var?. O halde onlar in-sanlara bir çekirdek bile vermezler.

53. Bu mübarek âyetlerde o bir takım İslâm düşmanlarının nekadar adi nekadar kıskanç, ve İslâmiyet'ten ne kadar nefret eder olduklarını bildiriyor. Bununla beraber içlerinden bazılarının da inançlarını düzelterek İslâm şerefine nail olduklarına işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Yoksa onlar için) o müslümanlığa karşı cephe alan Yahudiler için (mülkten) dünyevî saltanattan veya ilâhî mülkten (bir nasib mi var?.) neye güveniyorlar?. Hayır.. Onlar böyle birşeye sahip değildirler. Diyelim ki sahip oldular (o halde onlar insanlara) insanlardan hiçbirine Allah rızası için, insanlığa hizmet için (bir çekirdek) yani: En az, ehemmiyetsiz birşey (bile vermezler) onların t ab i at I arın d aki cimrilik ve haset böyle bir yardıma mânidir. Nitekim bir âyeti kerimede de şöyle buyurmuştur: "De ki, eğer siz Rab bini in rahmet hazinelerine mâlik olsaydınız o zaman yine harcanır korkusuyla onları kıstıkça kısardınız. Kimseye birşey vermezdiniz. (İsra, 17/100) Evet... Onlar yalnız kendi menfaatlerini düşünürler, başkalarının bir nimete nail olmasını istemezler, kıskanırlar.







54. Yoksa onlar Allah Teâlâ'nın lütfundan insanlara verdiği şey üzerine haset mi ediyorlar? Biz muhakkak İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk verdik.

54. (Yoksa onlar) o İslâmiyet'e düşman olan taife (Allah Teâlâ'nın fazlından) lütfü kereminden (olarak insanlara) herhangi insana ve özellikle son peygambere ve onun aile fertleri ve esbabına (verdiği şey üzerine) servet ve nimet, peygamberlik, kitap, zafer, izzet ve şeref gibi nimetlerden dolayı (haset mi ediyorlar?.) Evet... Onlar buna haset etmektedirler, bu nimetlerin yok olmasını arzu ederler. Halbuki (biz muhakkak İbrahim soyuna) Hz. İbrahim hanedanına, Son Peygamber Hazretlerinin yüce ceddi olan Hz. İbrahim'in soyundan olan Musa, Davut, Süleyman Aleyhimüsselâm gibi zatlara (kitap) onlara indirilmiş olan herhangi ilâhî kitabı (ve hikmet) ilm ve marifet, peygamberlik ve risalet (verdik ve) bununla beraber (onlara büyük bir mülk) de, saltanat da (verdik) zamanlarına hâkim bulundular. Artık onlara bu muazzam nimetleri vermiş olan Yüce yaratıcının son peygamberine de böyle nimetleri vermesi neden çok görülmeli, ne için insanların böyle bir kadri Yüce Peygambere kavuşmalarına kıskanarak onu inkâra cür'et göstermeli? Ne için o kıskançlar, yalnız kendilerinin mülke, velayete, lâik olduklarını idia edip dursunlar?







55. Artık onlardan kimi ona imân etti ve onlardan kimi de ondan yüz çevirdi. Cehennem de yalımlı bir ateş olarak yeter..

55. (Artık onlardan) o kıskanç, inkarcı kimseler arasından (kimi) güzelce düşünerek, hakikati takib ederek (ona) Hz. İbrahim'e veyahut Hz. Mu ham m ed Aleyhisselâm'a (İmân etti) onun peygamberliğini kabul d erek es h abı kiramı arasına girmek şerefine nail oldu. Abdullah İbni selâm ile arkadaşları gibi. (Ve onlardan kimi de) hasedinde, küfr ve inadında İsrar ederek (ondan) o Yüce Peygamberden, onun kııtsî dininden kaçınarak (yüz çevirdi) ebedî sapıklık içinde kaldı, kendisini pek büyük bir azapla karşı karşıya bıraktı. Evet... (cehennemde yalını 11) Pek şiddetli (bir ateş) bir azap ateşi (olarak) öyle imândan kaçanlara (yeter) onlara lâyık oldukları cezayı pek mükemmel bir surette teşkil ve tatbik eyler.

§ Nakîr, fetîl, kıtmîr kelimeleri pek az, kıymetsiz, değersiz şeylerden kinayedir. Şöyle ki: Lügat itibariyle nakir çekirdek üzerindeki ufacık bir nokta demektir. Fetîl de çekirdek üzerindeki incecik bir telden ibarettir. Kıtmir lâfzı da hurma çekirdeğinin üstündeki yuf kaçık kabıdır. Hurma çekirdeğinin arkasındaki akça noktâki ağacı ondan biter. Eshabı kehf'in köpeğinin adı da kıtmirdir..







56. Şüphesiz o kimseler ki, bizim âyetlerimizi inkâr ettiler, onları elbette bir ateşe yaslayacağız. Onların derileri her piştikçe azabı tatmaları için onları başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ azizdir, hakimdir.

56. Bu m il barak âyetler, Allah'ın dinini inkâr edenlerin ne elem verici, ebedî azaplara uğrayacaklarını bildirmekte, imân edenlerin ise ne derece yüksek, ebedî mükâfatlara nail olacaklarını şöylece müjdelemektedir. (Şüphesiz) muhakkak (o kimseler ki) Peygamberlere tâbi olmayıp (bizim âyetlerimizi) yani: Cenab'ı Hak'kın varlığına, birliğine hâlikiyetine ve meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ait delilleri, şahitleri, mucizeleri (inkâr ettiler) bunların bir kısmını inat ve büyüklenme yoluyla bir kısmını da bunlara bakmayıp fikirlerini ve düşüncelerini çalıştırmamak suretiyle inkâr ettiler, (onları elbette bir ateşe) Cehennem ateşine (yaslayacağız) cehenneme sokacağız, (onların derileri her piştikçe) Yanıp kavruldukça (azabı) cehennemin şiddetini (tatmalar! için onları başka deriler ile de değiştireceğiz) şöyle ki: O deriler başka birer şekilde aynen iade edilecektir.

Bununla beraber bu derilerin yerine başka derilerin vücııde gelmesi de mümkündür. Bu görüşte olan zatlar vardır. Çünki azaba uğrayan haddi zatında beden ile birlikte bulunan isyankâr ruhtur, azabı duyan odur. Beden ise idrak edici olmayıp ruhun ikamet yeridir. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ azizdir), sonsuz güç ve kudret sahibidir, onu birşey âciz bırakamaz. Ve (hakimdir) m ah I û kâtı hakkında bütün teferruatı bir hikmet ve fyadaya dayanmış bulunmaktadır. Binaenaleyh dinsizleri böyle ebedî bir şekilde cezalandırması da onun büyüklük ve hikmeti gereğidir. Artık Cenâb-ı Hak'kın güç ve kudretine, ilâhî hikmetine göre öyle bir şahsın müebbed olarak yanıp durması da uzak görülemez. Evet!. Müebbed olarak hayatta bulundukça aynı inançta devam edeceğine karar vermiş olan bir dinsize bu inancına göre devamlı olarak azap çektirmek hikmet gereğidir, âlemin intizamını sağlamak için bir vesiledir ve kendi inancına karşılık bir cezadır.







57. Ve o kimseler ki, imân ettiler ve salih salih amellerde bulundıı-lar onları da altlarından ırmaklar akar cennetlere içlerinde ebedî kalmak üzere elbette sokacağız. Onlar için orada pek temiz eşler vardır, ve onları koyu bir gölgeye sokacağız...

57. (Ve o kimseler ki imân ettiler) mü'm in olduklarını ikrarda bulundular (ve salih salih amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz, omç, zekât gibi dinî vazifeleri ifaya çalıştılar (onları da altlarından ırmaklar) leziz leziz sular (akar cennetlere) bahçelere, bostanlara, hayat veren bağlar (içlerinde ebedî I al m al üzere) orada sonsuz ilâhî I üt uf I ara nail olmak üzere (elbette sokacağız) bu muhakkaktır, (onlar için) Böyle cennetlere sokulacak mü'minler için (orada) o cennetlerde hayız ve nifas gibi hallerden kurtulmuş, bedenî tabiî kusurlardan uzak (eşler vardır) böyle temiz, seçkin eşlere de nail olacaklardır, (ve onları koyu bir gölgeye) Büyük sürekli, rahat veren, sıcaklık ve soğukluktan uzak bir lütuf ve rahat gölgesine de (sokacağız) onlar cennetlerde sürekli bir huzur ve istirahat içinde yaşayıp duracaklardır. Ey Rabbimiz!.. Bizlere de bu nimetlerini nasip buyur. Amin!.







58. Muhakkak Allah Teâlâ size emrediyor ki: Emanetleri ehline veriniz ve insanlar arasında hüküm edince adaletle hüküm ediniz. Şüphesiz Allah Teâlâ size bununla ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah Teâlâ hakkıyla işitici ve tam anlamıyla görücüdür.

58. Bu mübarek âyetler de m üs I umanların üzerlerine düşen en mühim vazifeleri bildirmektedir. Ve emanete, adalete, itaate, iyi geçinmeye ait en lüzumlu esasları öğretmekte ve telkin buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey mükellef olan insanlar!. (Muhakkak Allah Teâlâ size emir ediyor ki, emanetleri ehline veriniz) insanların üzerine üç kısım emanet yönelmektedir. Birinci kısım, Cenâb-ı Hak'ka karşı olan emanetlerdir ki, bunlar Allah tarafından emir olunan şeyleri yerine getirmek yasaklanan şeyleri bırakmak suretiyle ifa edilir. İkinci kısım, insanlara karşı olan emanetlerdir ki, onlara ait borçları, emanetleri vermekle onlarla iktisadî muamelelerde zararlarına hareket etmemekle ve onların kusurlarını insanlar arasında yaymam akla ve âmirlerin halka karşı adaletle hareket etmeleriyle, âlimlerin de insanları güzelce aydınlatıp ve irşada çalışıp onları bâtıl taassuplara sevk eylem em es iyi e temin edilir. Üçüncü kısım da, insanların kendi nefislerine karşı olan emanetlerdir ki, bunlar da her insanın kendi nefsi için din ve dünyaca en faydalı, en iyi olan şeyleri tercih etmesiyle ve şehvet, gazab dünya sevgisi gibi şeyler ile kendisini ııhrevî zararlara sevk etmemesiyle meydana gelir, (ve) ey hakimler!, (insanlar arasında hükmedince adaletle hükmediniz) yani: İnsanların hukukunu temine çalışınız, duruşma esnasında iki tarafa karşı eşit davranınız. Usulü dairesinde sabit olacak hakları ortaya çıkararak sahiplerine veriniz. (Şüphesiz Allah Teâlâ size bununla) emanetleri ehline eda ediniz ve adaletle hükm eyleyiniz diye (ne güzel öğüt veriyor.) sizi irs ad ediyor, hakkınızda hayır istiyor. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla işitici) dir. Bütün sözlerinizi işitir, bilir (ve) bütün fiil ve hareketlerinizi (hakkıyla görücüdür) artık ona göre hareket ediniz, Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğini düşünerek gösterdiği doğru yoldan ayrılmayınız.

§ Rivayete göre Mekke'i mükerreme fethedildigi gün Kâbe'i mııazzama'nın anahtarcısı bulunan Osman İbni Talha Kabe'nin anahtarını Rasülü Ekrem'e vermekten kaçınmış, ben onun Peygamber olduğunu bilseydim anahtarı vermekten çekinmezdim demiş. Hz. Ali ise onun elini sıkarak anahtarı almış, Kâbe'i Mııazzama'nın kapısını açmış, Rasülü Ekrem de içeri girerek iki rekât namaz kılmıştı. Rasülü Ekrem'in amcası Hz. Abbas, öteden beri zemzem suyu ile ilgili işlere bakıyordu. Bu defa anahtarcılığında kendisine verilmesini istemiş, anahtarı almak arzu eylemişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil o muş, emanet olarak alınmış olan anahtarın sahibi olan Osman İbni T al haya veri I m es i n e iş âret olunmuştur. Bunun ü zeri ne H z. Ali al m ı ş olduğu p eyg am b er em ri g ereğ i an aht arı Os m an' a verm iş ve özür dilemişti. Os m an ise: "Y a Al i!. Sen b an a eziyet edip anahtarı zorla elimden aldın, şimdi de gelmiş yumuşaklık ile muamele yapıyorsun" demiş, Hz. Ali de: "Cenâb-ı Hak senin için bir Kur'an âyeti indirdi" demiş, bu âyeti kerimeyi okumuş, bunun üzerine Osman, İslâm dininin yüceliğine, emanetlere ne kadar riâyet edilmesini emir eylediğini anlayarak kel i m e'i ş eh ad et i okuyarak müslüman olmuştu. Bunu müteakip Cibril Emin gelmiş, Kâbe'i muazzama anahtarcılığının ebediyen Osman ile onun hanedanına ait olacağını bildirmiştir. Gerçekten de bu anahtarcılık h i zm et i d ai m a o h ân ed ân d a b ıı I ıı n m ıı şt ıı r.

Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi böyle bir hâdise olmakla beraber hükmü umumidir, bütün emanetleri kapsamaktadır.

§ Emanet, eminlik, doğru, davranışlarda doğru olmak ve başkasına ait olarak bir kimsenin yanında bulunan şey demektir. Birşey korunmak için verilmiş olursa "vedia" adını alır. Noksansız ve geciktirmeksizin mükellefe yerine getirilmesi vacip olan dinî vazifeye de Allah'ın emaneti denilir. Hayatımız, akılımız, namus ve haysiyetimiz de bizim için birer Allah emanetidir ki, bunlara da güzelce riâyet etmek bizim için bir farizedir.

  Alıntı ile Cevapla