Tekil Mesaj gösterimi
Alt 10 - 07 - 2014, 15:21   #4 (permalink)
Çevrimiçi
aSpeNDos Konuyu Baslatan
Kullanıcıların profil bilgileri ziyaretçilere kapalı
Cevap: NİSA SÛRESİ Tefsiri


98. Ancak erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan zayıf sayılıp da hiçbir çareye güçleri yetmeyenler ve hiçbir doğru yol bulama-yanlar müstesna.

98. Bu hicret, farizesinden müstesna olanlar vardır. Şöyle ki, bundan (ancak erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan) ergenlik cayma yaklaşmış olanlardan veya köle bulunanlardan (zayıf sayılı? da) yani aslında zayıf, âciz başkalarının etkisi altında güçsüz bulunup da (hiçbir çareye) hicret için hiçbir kuvvete ve nafakaya (güçleri yetmeyenler) böylece takatsiz olan (ve hiçbir doğru yol bulamayanlar) hicret için elverişli bir yol bilemeyip bir rehber bulamayanlar bu hicret farizesinden (müstesna) bulunmuşlardır. Çünki hiçbir kimse gücünün üstünde birs,ey ile mükellef olmaz.









99. İşte onları umulur ki, Allah Teâlâ af buyurur. Ve Allah Teâlâ affedici, mağfiret buyurucudur.

99. (İşte onları) öyle zayıf, her türlü çareden mahrum olan müslümanları (umulur ki. Allah Teâlâ af buyurur) onları bu hicret etmemiş olduklarından dolayı sorumlu tutmaz. (Ve Allah Teâlâ af edicidir) Onları da af buyurur ve Cenab'ı Hak, (mağfiret buyurucudur.) onların haklarında da ilâhî mağfireti tecelli eder bunu isteyip durmalıdır.

§ Bu mübarek âyetler, Rasülü Ekrem'in Medine'i Münevvere'ye hicretlerinden sonra Mekke'i Mükerreme müşrikleri arasında kalan ve vaktiyle müslüman olduklarını açıklamış bulunan kimseler hakkında nazil olmuştur. Çünki Mekke'i Mükerreme'nin fethinden evvel, hicret dinî bir farize bulunuyordu. Bunu mazeretsiz terketmek caiz bulunmuyordu. Mekke'i Mükerreme'nin fethinden sonra ise bu farize hakkında dinî hüküm nesh edilmiştir. Çünkü Mekke'i Mükerreme fethedilince insanlar takım takım İslâmiyet'i kabul etmiş, ashabı kiram etrafa yayılarak müslümanlara dinî vazifelerini öğretmiş ve telkinde bulunmuş, İslâm'ın yüceliği ve hâkimiyeti pek kuvvetlenmiş idi. Artık müslümanları saptıracak kimseler azalmıştı. Bununla beraber bir müslüman için bulunduğu yerde dinî vazifelerini yerine getirmeye imkân bulunmadığı takdirde oradan hicret etmek yine bir dinî vazifedir.









100. Ve her kim Allah Teâlâ yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok hayırlı barınacak yer ve genişlik bulur. Ve her kim hane-sinden Allah Teâlâ'yave resulüne muhacir olarak çıkarsa, sonra da kendisine ölüm yetişirse muhakkak onun mükâfatını vermek Cenab'ı Hak'ka aittir. Ve Allah Teâlâ çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.

100. Bu mübarek âyetler, hicret etmeye teşviki ve yolculuk halindeki dinî kolaylıkları göstermektedir. Şöyle ki: (Ve her kim Allah Teâlâ yolunda) cihat uğrunda, İslâm dinine hizmet hususunda (hicrette bulunursa) yurdunu bırakıp başka münasip bir yere giderse (yeryüzünde) yolculukta bulunacağı sahalarda (birçok hayırlı barınacak yer) düşmanlarının zilletine sebep olacak faideli yer (ve) geçimi hususunda (genişlik bulur) Cenâb-ı Hak ona genişlik gösterir, onu bol bol rızı ki andırır, (ve her kim) hanesinden, yurdundan (Allah Teâlâ'yave Resulüne) onların rızalarını kazanmak, İslâm dinini korumak için (muhacir olarak çıkarsa, sonrada) daha maksadına kavuşmadan (kendisine ölüm yetişirse muhakkak onun mükâfatını vermek Cenâb-ı Hak'ka aittir) onun sevap ve mükâfatı Allah katında bir lütuf olarak sabit olmuş olur. (ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Bu gibi kullarının kusurları olsa da onu af eder ve örter ve Cenab'ı Hak (pek esirgeyendir) mağfiret buyurmakla beraber bir nice lütuf ve marhamette de bulunur. O gibi zatlara hicret sevabını fazlasıyla ihsan buyurur.

§ Rivayete göre hicret hakkındaki âyetler nazil olunca bunları Mekke'i Mükerreme'd e ikamet eden ve pek ihtiyar, hasta bulunan Cündüb bini Zam re adındaki bir müslüman duymuş "ben zayıf bir kimse değilim, yolunu tayin edip girebilirim, vallahi ben bir gece bile artık Mekke'de duramam, beni yolcu ediniz diye yemin eylemiş, ve hazırlanan bir nakil vasıtasıyle Medine'i Münevvere tarafına yola çıkmış, fakat bu mübarek zat daha yolda iken kendisinde ölüm alâmetleri görünmeğe başlamış, bunun üzerine sağ elini sol eline koymuş, Allah'ım!. Şu senin, şu da Resulün içindir. Resulün sana ne ile beyât ettiyse ben de öyle beyât ediyorum demiş, bunu müteakip "Tenim" denilen mevkide vefat eylemiştir. Bu hadiseyi eshabı kiram işitince o zat Medineye kadar gelmiş olsa idi sevap ve mükâfatı daha fazla olurdu demişler, müşrikler de gülümsemişler, maksadına kavuşamadı diye söylenmişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, böyle güzel inanca sahip, din uğrunda fedakâr olan zatların büyük mükâfatlara nail olacakları müjde edilmiştir. Binaenaleyh bu gibi mübarek zatlar güzel niyetleri sebebiyle hicrete tamamen muvaffak olan zatlar gibi sevaba nail bulunmuşlardır.









101. Ve yeryüzünde sefer ettiğiniz zaman kâfir olanların size kö-tülük edeceklerinden korkarsanız namazdan kısaltmanız sizin için bir yün ah değildir. Şüphe yok ki, kâfirler sizin için apaçık bir düşman bulunmaktadırlar.

101. Ey müslümanlar!. (Ve yeryüzünde sefer ettiğiniz) yurdunuzdan ayrılıp sefer sayılacak başka bir yere gittiğiniz (zaman) sizin için bir dinî müsaade vardır. Şöyle ki: (kâfir olanların size kötülük edeceklerinden) üzerinize saldırıda bulunacaklarından (korkarsanız) muhtemel bir endişeden dolayı (namazdan) dörder rekat 11 olanları (kısaltmanız) onları ikişer rekât olarak kılmanız (sizin için bir günah değildir.) bundan dolayı mesul olmazsınız, bu hakkınızda ilâhî bir merhamettir. Ey müminler!, (şüphe yok ki, kâfirler sizin için) tabiatları, yaratılışları ve eğitimleri bakımından (apaçık) düşmanlıkları ortada (bir düşman bulunmaktadırlar) binaenaleyh onlara karşı herhalde ihtiyatlı, uyanık bulunmalıdır.

Bu âyeti kerimede kısaltılmasına müsaade edilen namaza "selâti havf = korku namazı" denilmiştir. Muayyen bir miktar yolculuktan dolayı öğle, ikindi, yatsı namazlarını ikişer rekât kılmanın meşruiyeti de sünneti nebeviye ile, icma'ı ümmet ile sabittir. Sahihi Buhârî ve Müslimde Hz. Âişe radiallahü anha validemizden rivayet olunduğuna göre öğle, ikindi ve yatsı namazları başlangıçta ikişer rekât olarak farz kılınmıştı. Sonra bu farziyet sefer halinde aynen bırakılmış, ikâmet halinde ise bunlar dörder rekata çıkarılmıştır.

§ Sefer = misaferet, lügatte herhangi bir mesafeye gitmektir. Zıddı, ikamettir. Şer'an sefer, muayyen bir mesafeye gitmektir ki, bu mutedil bir yürüyüş ile üç günlük, yani: On sekiz saatlik bir mesafeden ibarettir. Mutedil yürüyüş, yaya yürüyüşüdür ve kafile arasındaki deve yürüyüşüdür. Denizlerde de yelken gemileri ile havanın itidali muteberdir. Bu kadar mesafeye süratle hareket eden bir nakil vasıtası ile bir günde veya birkaç saat içinde gidilse de o yine sefer mesafesi olmaktan çıkmaz. Yolculuk zahmetsiz olmadığı için yolcular hakkında böyle bir müsaade verilmiştir. Böyle bir yolcu, dört rekat 11 farz namazları ikişer rekât olarak kılar. Bu, hanefî mezhebince bir vecibedir. Bıına"kasri s el ât" denir. Fakat İmam Safi iye göre misafir serbesttir, dilerse bu farzları yine dörder rekât olarak kılabilir.











102. Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracağın zaman on-lardan bir grup seninle beraber namaza dursun, silahlarını da alıversinler. Bunlar secde edince arka tarafınızda bulunsunlar, ve namazı kılmamış olan diğer bir zümre de gelsin seninle beraber namazı kılsın ve ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler. Kâfir olan kimseler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bıılıınasınız da sizin üzerinize bir baskın ile baskında bıılıınııversinler. Ve eğer size yağmurdan bir eziyet var ise veya siz hasta bulunmuş iseniz silâhlarınızı bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur. Ve ihtiyat tedbirinizi alınız, şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için küçültücü olan bir azab hazırlamıştır.

102. Bu âyeti kerime, düşmanla karşı karşıya bulunan İslâm mücahitlerinin farz namazlarını ne şekilde kılabileceklerini ve düşmanlara karşı herhalde ihtiyatlı bulunmanın lüzumunu göstermektedir. Şöyle ki: Habibim!, (sen) mücahid erlerin (içlerinde olup da) düşmandan çekinmekte bulunduğunuz halde (onlara) o mücahitlere (namaz kıldıracağın zaman onlardan) bir grup beklesin diğer (bir grup seninle beraber namaza dursun) ve bu grup (silahlarını da alıversinler) ihtiyaten yanlarında bulundursunlar, (bunlar secde edince) böyle seninle bir rekâtı tamamlayınca (arka tarafınızda bulunsunlar) bunlar düşmana karşı dıırııversinler (ve namazı kılmamış) düşmana karşı durmakta bulunmuş (olan diğer bir grup da gelsin, seninle beraber) kalan (namazı kılsın ve) bu grup (ihtiat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler) çünkü bu halde İslâm erlerinin ibadetle meşgul olduğuna düşmanların bakışları daha fazla dönmüş olabilir, (kâfir olanlar arzu ederler ki) Temennide bulunurlar ki, (siz) ey müslüman erleri, namaz ile meşgul olduğunuz zaman (silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bıılıınasınız da sizin üzerinize) ansızın (bir baskın ile baskında bıılıınııversinler) sizin hayatınıza kasdetsinler, sizin mallarınızı, silâhlarınızı elde ediversinler. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, müslümanlar hakkında merhametlidir, kerem sahibidir, onlara her hususta genişlik ve kolaylık göstermektedir, (ve) kısaca (eğer size yağmurdan bir eziyet var ise) silâhlarınızın ıslanmasından, ağırlaşmasından korkuyorsanız (veya siz hasta bulunmuş iseniz) silâhlarınızı yüklenmeniz hastalığınızın artmasına sebep olabilecek ise (silâhlarınızı) yanınıza almayıp da münasib bir yerde (bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur) bundan dolayı mesul olmazsınız, (ve) bununla birlikte siz yine mümkün olan (ihtiyat tedbirinizi alınız) tâ ki, düşmanlarınız üzerinize anî bir hücumda bulunacak olmasınlar. Fakat onların herhalde hücum edebileceklerini, galip gelecekleri vehmine de düşmeyiniz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için t öldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının yağmaya uğraması gibi (küçültücü) zillete düşürücü (bir azab) bir ezilmişlik, bir mağlûbiyet (hazırlamıştır) onlar herhalde lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Elverir ki, müslümanlar, dinlerinin yüce emirleri çerçevesinde yaşasınlar. Nitekim saadet döneminde İslâm kuvvetleri az bir zaman içinde düşmanlarını mağlûbiyetlere uğratmış, onların yurtlarını ellerinden almış onları zelil bir durumda bırakmışlardır.

Rivayete göre Rasûlü Ekrem Efendimiz, Benî muharip ve Benî Anmar kabilelerine karşı savaşa çıkmıştı, bunlardan kimseyi göremediler. İslâm erleri silahlarını bırakıverdi I er. Peygamber Efendimiz, tuvalet ihtiyacı için bir derenin öbür tarafına geçmişti, o esnada şiddetli yağmurlar yağdı, seller vücııde geldi. Hz. Peygamber, bir ağaç altında dıımp sellerin kesilmesini bekliyordu. Beni mııharibden "Gavres" adındaki bir şahıs cıkagelmiş, elindeki kılına göstererek: Ya Mııhammed -Aleyhisselâm- seni şimdi bundan kim kurtaracak, demiş. Yüce Peygamber: Allah Teâlâ kurtarır, demiş ve Ey Allah'ım!. Gavres bin Haris hakkında dilediğin ile benim için yeterli ol, diye duada

bulunmuş. Bunun üzerine Gavres titremeye tutularak elinden kılıcı düşmüştü. Rasûlü Ekrem Hazretleri kılıcı mübarek eline almış, ey Gavres şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?. Diye buyurmuş, Gavres de: Hic kimse kurtaramaz, demişti. Rasûlü Ekrem Hazretleri: Ey Gavres müslüman ol, kılıcını sana vereyim, diye buyurmuş, Gavres de: "Ben müslüman olmam, fakat sana da kas d et m em ve senin aleyhinde bir kimseye de yardımda bulunmam demekle Hz. Peygamber kılıcı Gavres e iade buyurmuştu. Gavres de "elbette sen benden hayırlısın" demiş ve gidip bu hadiseyi kavmine anlatmış, onlardan bir kısmı bu olağanüstü hâdiseden dolayı İslâmiyet'i kabul eylemiştir. Rasûlü Ekrem de eshabı kiramının yanına dönerek bu hadiseyi onlara haber vermiştir, İşte bu âyeti kerime, bu hâdise üzerine nazil olmuş, düşmanlara karşı daima ihtiyatlı bulunmayı ihtar buyurmuştur.

§ S el ât ı havftan maksat: Düşmana veya sel veya yangın veya büyük bir canavar gibi bir tehlike karşısında bulunan bir İslâm cemâatinin kendilerini idare eden yöneticinin ve başka muhterem bir imamın arkasında farz bir namazı nöbetle kılmalarıdır. Şöyle ki: Bu cemaattan bir grup o tehlike karşısında durur, bir grup da o imama uyar, arkasında iki rekat 11 bir namazın bir rekatını, üc rekat 11 bir namazın da iki rekatını ve seferî hükmünde değilseler dört rekat 11 bir namazın da yine iki rekatını İmam ile beraber kılar, birinci oturuşta teşehhütten sonra o grup, meselâ düşman cebhesine gider, diğer grup gelerek imama uyar onunla beraber kalan namazı kılar. Teşehhüdden sonra tekrar cepheye gider, İmam kendi başına selâm verir, namazdan çıkar, birinci grup döner gelir, namazını kıraat siz olarak tamamlar, selâm verir, cepheye gider, bu zümre lâhik hükmünde bulunduğundan kendisine Kur'an okumak lâzım gelmez. Sonra ikinci grup gelir, namazını Kur'an okuyarak tamamlayıp cepheye tekrar döner, bu grup ise mesbuk hükmünde bulunduğundan kendisine Kur'an okumak lâzım gelir.

Rasûlü Ekrem Hazretleri Zatürrika, Batni Nahle, Asfan, Zikarede vak'alarında bu korku namazını kıldırmıştır. Sonra ashabı kiram da mecusiler ile yaptıkları savaşlarda bu namazı kıldırmışlardır.

Korku namazı. İmamı Azam ile İmam Mııhammed'e göre bugün caizdir. Eğer İslâm erleri bir muhterem zatın arkasında namaz kılmayı arzu ederlerse bu suretle namaz kılabilirler. Fakat İmam Yusuf'a göre bu cevaz, saadet zamanına mahsus bulunmuştur. Bununla beraber korku namazı hususunda daha başka müsaadelerde vardır. Şöyle ki: Pek korkunç bir savaş ve saire halinde İslâm erlerinin korkuları artarsa ve binmiş oldukları hayvanlardan yere inmelerinden âciz bulunurlarsa her er binmiş olduğu hayvan üzerinde imkânı olduğu tarafa doğru ima ile namazını kılar, bu da mümkün değilse namazlarını ertelerler. Nitekim Hendek savaşında birkaç vakit namaz kazaya bırakılmıştı.







103. İmdi namazı kılıp bitirdiğiniz zaman ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken Allah Teâlâ'yı zikrediniz. Vaktaki emniyet haline gelirsiniz artık namazı tamamiyle eda ediniz. Şüphe yok ki, namaz, müminlerin üzerine muayyen vakitlerde bir farize olmuştur.

103. Bu âyeti kerime, korku namazını müteakip yapılacak zikir ve fikrin vaziyetini ve korkunun gitmesini müteakip namazların bütün erkân ve şartları dairesinde edâ edilmesini bildirmektedir. Şöyle ki: (İmdi) Ey İslâm mücahitler!!, (namazı) korku namazını anlatıldığı şekil üzere (kılıp bitirdiğiniz) o namazdan ayrıldığınız (zaman) vaziyetinize göre (ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken) böyle herhangi bir halde bulunurken (Allah Teâlâ'yı zikrediniz) onun zikrine, ona duaya, zafer ve yardımını temenniye devam eyleyiniz. Bununla beraber sağlık durumu iyi olanlar ayakta, hasta olanlar oturarak; kötürüm olanlar da yan üzerine yatarak namazlarını kılsınlar, (vaktaki, emniyet haline gelirsiniz) sava; son bulur da kalpleriniz korkudan kurtulur, (artık) vakti girmiş olan (namazı tamamiyle) tadil erkânına ve şartlarına riâyet ederek (edâ ediniz) bu mühim dinî vazifenizi hakkiyle yerine getiriniz, (şüphe yok ki namaz) bu mübarek ibadet (mü'minlerin üzerine) tarafı ilâhîden (belirli) öne geçmeyecek ve sonraya kalmayacak (vakitlerde) Allah'ın kitabı ile sabit (bir farize olmuştur» Namaz vakitleri: Fıkıh kitabımızda bildirildiği üzere şöylecedir:

1 - Sabah namazının vakti, fecri sadıkın doğmasından güneşin doğmasına kadar olan müddettir. Fecri sadık ise sabaha karşı ufuktan yayılmaya başlayan bir nurdan, bir aydınlıktan ibarettir. Buna ikinci bir fecir de denilir. Bu ikinci fecrin karşıtı birinci fecirdir ki bu da gökte iki tarafı karanlık, uzunca bir çizgi şeklinde görülen bir beyazlıktır. Az sonra kaybolur, kendisini bir karanlık takip eder. Bu fecr gece hükmündedir. Bununla yatsı vakti çıkmış olmaz. Bu fecre sabahın gerçekten girmesini göstermediği ve yalancı, geçici bir aydınlık olduğu için "fecri kâzip = yalancı fecir" denilir. Bu fecri kâzip kaybolduktan sonra ikinci fecr meydana gelir.

2 -Öğle nam az inin vakti, İmamı Azam'a göre zeval gölgesinden itibaren her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaşacağı zamana kadardır. Buna "asrı sânî" denir. Zeval gölgesi ki güneşin görünüşe karşı semada yarı yolu katetmekle her şeyin batıdan doğuya doğru ilk düşmeye başlayan gölgesidir, Imamiyne ve üç büyük imama göre ise öğle vaktinin sonu, zeval gölgesinden başka her şeyin gölgesi kendisinin bir misline ulaştığı andır. Buna "asrı evvel" denir. Cuma namazının vakti tam öğle namazının vaktidir.

3 - İkindi namazının vakti, İmamı Azama göre her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığından itibaren ve diğer imamlara göre de bir misline ulaştığından itibaren güneşin batacağı zamana kadardır.

4 - Akşam namazının vakti de güneşin batmasından itibaren şafağın kaybolacağı zamana kadardır. Şafak ise İmamı Azama göre akşamleyin ufukta kızardıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmameyn ile üç büyük imama göre ise ufukta meydana gelen kızartıdan ibarettir.

5" Yatsı namazının vakti de şafağın kaybolmasından başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir. Teravih namazının vakti de tercih edilen görüşe göre yatsı namazından sonra sabah namazının vaktine kadar devam eder. Bayram namazlarının vakti de sabahleyin güneş yükselip kerahat vakti çıktığı zamandan itibaren istiva zamanına kadar devam eder. İstiva zamanı; tam zeval vakti demektir ki, güneş, gündüzün ortası dâiresi üzerinde bulunur. Herkesin tam başı üstüne veya o sıraya gelmiş gibi görünür. İşte kerahat zamanı da bundan ibarettir.

§ Namazların böyle vakit vakit kılınmasından hikmet ise pek büyüktür. Bu yüce ibadet, kulların zamanlarını tanzim eder, ruhlarını gafletten kurtarır. Yaratıcımızın hikmet ve kudretine dalâlet eden muhtelif zamanların her birinde o Yüce Yaratıcıya saygı sunmakla onun şanının yüceliğini tazime vesil olur, daha nice maddî, manevî menfaatleri temin buyurur.











104. Kavmi aramakta gevşek olmayınız. Eğer siz elem çekmekte olursanız şüphesiz onlar da sizin elem çektiğiniz gibi elem çeker-ler. Halbuki onların ümit etmediği şeyi siz Allah Teâlâ'dan ümit edersiniz ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.

104. Bu mübarek âyetler. Din düşmanlarına karşı yiğitlik ve kahramanlık gösterilmesini, hakkı müdafaa yolundaki zahmetlere katlanılmasını, Allah'ın hükümlerine göre hükmedilerek haksızlara yardımda bulunulmamasını ve yanlış eğilimlerden dolayı istiğfar edilmesini emredici bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Din düşmanları olan bir (kavmi aramakta) onu cihat sahasında takib etmekte (gevşek olmayınız) zafiyet, gevşeklik göstermeyiniz, (eğer siz) böylelerine karşı savaşta bulunmak sebebiyle (elem çekmekte) bazı arızalara uğrayarak müfessir bulunmakta (olursanız) ona sabr eyleyiniz, ondan dolayı cihattan geri durmayınız (şüphesiz onlar da) o düşmanlarınız da (sizin elem çektiğiniz gibi elem çekerler) onlar da tehlikelere mâruz kalırlar, yaralanırlar, buna rağmen korkarak size karşı savaşmaktan geri durmazlar. Artık siz de onlara karşı cihad etmekten geri durmayınız, (halbuki, onların ümit etmediği şeyi) bu savaş sebebiyle sevaba kavuşmayı, ilâhî yardımı, İslâm dinine hizmeti (siz) mü'minler (Allah Teâlâ'dan ümit edersiniz) dindarlığınızın verdiği güzel kanaat, ruhî metanet sayesinde bir nice muvaffakiyetlere nail olacağınıza inanırsınız. Artık düşmanlarınızdan daha çok metin, manevî kuvvete sahip, sabr ve sebat ile vasıf lanmanız icap etmez mi?, (ve) bilirsiniz ki, (Allah Teâlâ bilendir) herkesin kalbindekileri, amel ve hareketlerini hakkiyle bilir ve (hikmet sahibidir) onun her emir ve yasağı bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Artık sizin böyle cihat ile mükellef olmanızda elbette bir ilâhî hikmet gereğidir. Binaenaleyh bu hususta metanetten, sabır ve kararlılıktan ayrılmayınız.

§ Rivayete göre müslümanlardan bazıları yaralı, yorgun olduklarını ileri sürerek Bedri Suğrâ savaşından geri kalmak istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur.









105. Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ'nın sana bildirdiği şekilde hü km edesin ve ha-inler için müdafaacı olma.

105. Resulüm!. (Şüphesiz biz sana kitabı) Kur'an'ı Kerim'i (hak olarak) bütün açıklamaları adalete, hak ve hikmete uygun bulunarak (indirdik ki, insanlar arasında) meydana gelen davalarda, anlaşmazlıklarda (Cenab'ı Hak'kın sana) gösterdiği (bildirdiği) vahy eylediği (şekilde hükmedesin) o apaçık kitabın hükümlerine muhalefette bulunmayasın (ve hainler için) hakikatları örten, gayrı meşru hareketleri örtbas etmek isteyen, kendi nefislerine ve başkalarına hiyanette bulunan kimselerin lehlerine olmak üzere (müdafaacı olma) onları koruyup lehlerine hüküm verme, onların mahiyetlerini hareketlerini güzelce anlamaya çalış.

Binaenaleyh hâkimler için lâzımdır ki, hadiseleri güzelce tetkik etsinler, hasımların edebî konuşmasına, hakikati örtecek şekilde olan ifadelerine tevillerine aldanmasınlar, bir tarafa cinsiyet, milliyet, akrabalık itibariyle meyil edip de tarafsızlığı ihlâl edecek bir durumda bulunmasınlar.

§ Rivayete göre "Tuğme Ibni Übeyrk" adında ensardan bir şahıs, komşusu bulunan "Katate"nin un dolu dağarcığı ile içindeki bir zırhını çalmış bunu götürüp "Zeyd Ibni Semin" adındaki bir Yahudinin yanına emanet bırakmış, "Katate", zırhını Tuğme'nin çalmış olduğunu tahmin ederek onun yanında arâmiş ise de bulamamış, ve bunu salmadığına dâir Tuğme yemin de etmiş. Dağarcık içindeki un yollara dökülmüştü, Katate bunu takib ederek Yahudinin hanesine kadar gitmiş, zırhını onun yanında bulmuştu. Yahudi bu zırhı kendisine Tuğme'nin getirip emanet bıraktığını söylemi;, onun bu iddiasına bir takım Yahudiler de şehadette bulunmuşlardı. Tuğme'nin kabilesi Beni Zaferden bir cemaat da Rasülullah'a müracaat etmişler, Tuğme'nin zırhtan haberdar olmadığını söylemişler, bu yüzden kabilelerinin mahcup bir halde kalacaklarını dermeyan eylemişlerdi. Zırh Yahudinin yanında bulunduğu için onun aleyhine hüküm verilmesini dilemiştiler. Rasûlü Ekrem Hazretlerine de bunların ifadelerine ve zırhın da Yahudinin yanında bulunmasına bakarak bunu Yahudinin al mı; olduğuna bir kanaat gelir gibi olmuştu. İşte bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, hiçbir taraf tutulmayıp hâdiselerin güzelce tetkik edilerek ona göre adaletle, tarafsız bir şekilde hüküm edilmesi emrolunmuştur. Tuğme ise Mekkeye gidip dinden dönmüş ve hırsızlık için içine girdiği bir binanın duvarı üstüne yıkılarak helak olmuştur.









106. Ve Allah Teâlâ'dan bağış iste. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek merhametli bulunmaktadır.

106. Habibim!. (Allah Teâlâ'dan mağfiret iste) senin ve ümmetin hakkında ilâhî lutfun sübhânî affın tecellisini temenni eyle, Tuğme lehine yüz gösteren gayrı ihtiyarî bir temayülden dolayı da bağış dileğinde bulun. Aslında Rasülüllah, bundan sorumlu değildir, bu ipuçlarına dayanan, iyilik isteyen bir kanaat neticesidir. Masum olan yüce bir Peygamberden kasıtlı olarak bir günah meydana gelemez, ancak peygamberliğin pek yüce olduğundan bunun daha fazla yücelmesi için istiğfarda bulunmak bir kulluk ve şükran sunma vazifesidir. Ümmetin fertleri için de bir irşad örneğidir, insanlık hali meydana gelen bazı yanlış düşüncelerden, kanaatlerden dolayı Cenâb-ı Hak'kın af ve bağışına sığınarak istiğfarda bulunmalıdırlar, (şüphe yok ki Allah Teâlâ gafur) dur, af isteyen kullarının hatalarını, günahlarını af eder ve örter ve (rahîm bulunmaktadır) kulları hakkında rahmet ve şefkati pek fazladır. Artık öyle bir yüce mabudun ilahlık eşiğine sığınarak kendisinden af ve bağış istemek icabetmez mi?.













107. Nefislerine hiyanet edenler tarafından mücadelede bulunma, şüphe yok ki, Allah Teâlâ hiyanete düşkün, çok günahkâr olan kimseyi sevmez.

107. Bu mübarek âyetler, hain kimselerin Cenâb-ı Hak'ka karşı ne kadar cahilce, cüretkârca hareket ettiklerini kınamakta ve onların korunmaya ve savunulmaya lâyık olmadıklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamberim!.. Ve ey ümmeti Muhammediye!, (nefislerine) Tuğme veya yardımcıları gibi günahları sebebiyle (hiyanet edenler tarafından) onların lehine olarak (mücadelede bulunma) onlar himayeye, korunmaya lâyık değildirler, (şüphe yok ki Allah Teâlâ hiyanete düşkün) çok hiyanette bulunan ve (çok günahkâr olan) isyana düşkünlük gösterip duran (kimseyi sevmez) yani onu cezaya, azaba ilâhî gazabına sokar.

Binaenaleyh bu gibi cezayı gerektiren hareketlerden kaçınmalıdır.













108. İnsanlardan gizlenirlerde Allah Teâlâ'dan gizlenmezler. Halbuki, Allah Teâlâ, razı olmadığı lâkırdıyı onlar geceleyin konuştukları zaman onlar ile beraberdir. Ve Allah Teâlâ onların her yaptıkları şeyi kuşatmış bulunmaktadır.

108. Tuğme ve kavmi gibi cahiller (insanlardan) utanarak, zararlarından korkarak (gizlenirler de Allah Teâlâ'dan gizlenmezler) yani: Cenâb-ı Hak'tan korkmaz, haya etmezler, (halbuki. Allah Teâlâ, razı olmadığı lâkırdıyı) cinayeti başkasına yüklemek, yalan yere şahitlikte bulunmak gibi iddiaları (onlar geceleyin konuştukları) kendi aralarında gizlice düşünüp taşındıkları (zaman) ilmiyle, kudretiyle, ve görmesiyle (onlar ile beraberdir.) Cenâb-ı Hak, onların bütün lâkırdı ve harekâtını bilir, hiçbir işleri Hak Teâlâ'ya gizli kalamaz. (Ve Allah Teâlâ onların her yaptıkları şevi) bütün açık ve gizli amellerini (kuşatmış) ihata buyurmuş (bulunmaktadır) Yüce Allah'ın ilminden, kudretinden hiçbiri dışarda değildir. Artık düşünmelidirler, mesuliyetten yakalarını kurtaramayacaklarına kani olup tövbe ve istiğfar etmelidirler. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.















109. İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatı hususunda on-lardan yana karşı kim mücadelede bulunacak?. Veya onların üzerine kim vekil olacak?.

109. Bu mübarek âyetler, haksız yere müdafaalarda bulunanları kınıyor, yaptıkları günahlardan dolayı pişman olup istiğfarda bulunanların ilâhî affa mazhar olacaklarını müjdeliyor. Herkesin yaptığı günahın kendi şahsı aleyhine olduğu ihtar ve kendi kusurlarını başkalarına isnat edenlerin ahlâka aykırı, mesuliyeti gerektirir bir şekilde hareket etmiş olacaklarını şöylece beyan buyuruyor. Ey Tuğme'nin lehine gerçeğe aykırı olarak şahitlikte bulunan kavmi!, (işte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatı) fâni menfaatlar (hususunda onlardan yana) Tuğme ile emsali şahıslar lehine (mücadelede) savunmada (bulundunuz) onun hırsızlıktan uzak olduğuna şahitlik ettiniz (fakat kıyamet gününde) Cenab'ı Hak'kın cezalandıracağı zaman (onlar tarafından) Tuğme ve benzeri şahıslar adına (Allah Teâlâ'ya karşı kim mücadelede bulunacak) onları azabtan kim kurtarabilecek?, (veya onların üzerlerine kim vekil olacak) onların işlerini üstlenecek, onları muhafaza ederek Allah'ın intikamından kurtaracak?. Elbette böyle bir yardımcı bulunmayacaktır. Artık haksızlara arka çıkmak nasıl doğru olabilir?.













110. Ve her kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah Teâlâ'd an mağfiret dilerse Allah Teâlâ'ya çok bağışlayan, pek esirgeyen bulur.

110. (Ve her kim bir kötülük yapar) meselâ: Tuğme gibi yaptığı gayrı meşru bir hareketi başkasına isnat eder (veya nefsine zulmeder) meselâ: İçki kullanır, yalan yere yemin eder, veya küfür ve şirke düşmüş bulunur (da sonra) nadim ve pişman olarak sadık bir tövbe ile (Allah Teâlâ'dan bağış dilerse Allah Teâlâ'yı çok bağışlayan) günahları af eden ve örten ve (pek esirgeyen) iyilik olarak fazla lütuf ve kerem sahibi (bulur.) Binaenaleyh bir insan insanlık icabı herhangi bir günahta bulunmuş olursa olsun ümitsizliğe düşmemeli, hemen tövbe istiğfar edip Allah'ın merhametine iltica etmelidir. Bu sayede ilâhî affa kavuşarak ebedî hayatını kurtarmış olur.

Bu âyeti kerime, bütün günahkarları tövbeye teşvik buyurmaktadır.













111. Ve her kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi nefsi aley-hine kazanır. Allah Teâlâ ise bilendir, hikmet sahibidir.

111. (Ve her kim bir günah) Bir kusur, bir günah (kazanırsa) işlemiş olursa (onu ancak kendi aleyhine kazanır) onun vebali kendisine aittir. Onun mesuliyeti başkalarına değil, kendisine yöneliktir. Artık kendini dünyada da âhirette de soran ve cezaya maruz bırakmadan çekinmelidir. (Allah Teâlâ ise bilendir) gizli ve açık herşeyi tamamiyle bilir ve hiçbir şeyi terketmez ve (hikmet sahibidir) her emri ve yasağı, her yaptığı, takdir ettiği bir nice hikmetlere dayanmaktadır. Hiçbir kimsenin günahını başkasının yüklenmemesi, ondan mesul olmaması da bu ilâhî hikmet gereğidir.











112. Ve her kim bir kusur veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuz kimse üzerine atarsa muhakkak ki, bir iftirayı ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.

112. (Ve her kim bir kusur) kasıtlı olmaksızın küçük bir hata (veya bir günah) büyük bir günah veya kasıtlı olan küçük bir günah (kazanır) işler (de sonra onu) o günahı (bir suçsuz kimse üzerin atarsa) o günahı işlememi; bir kimseye isnat ederse, Tuğme'nin yaptığı hırsızlığı bir Yahudiye isnat ettiği gibi gerçeğe aykırı bir iddiada bulunursa (muhakkak ki, bir iftirayı) ondan habersiz olan şahsı hayrete düşürecek büyük bir yalanı (ve apaçık) çok çirkin (bir günahı yüklenmiş, olur) bunun tesiri altında kalarak azap çeker. Çünkü bir kimse hakkında iftirada bulunmak, günahsız bir şahsı günahkâr göstermek asla caiz değildir. Bu sırf bir yalandır ki bütün dinlerde haramdır, bunun dünyada da âhirette de cezası görülür. Binaenaleyh bu gibi haram, ahlâk dışı hareketlerden sakınmalıdır. Herkes kendi kusurunu bilip tövbe ve istiğfar etmeye koşmalıdır, başka türlü çare yoktur.











113. Eğer Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti senin üzerine olma-saydı elbette onlardan bir taife seni şaşırtmaya kasdedecekti. Halbuki, onlar kendi nefislerinden başkasını ş,aş,ınamazlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Ve Allah Teâlâ sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilir olmadığın şevleri öğretti. Ve Allah Teâlâ'nın lütfü senin üzerine pek büyük olmuştur.

113. Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem'in Allah'ın lütfuna nail, ilâhî vahye mazhar olup düşmanlarının sui kastlerinden korunmuş ve muhafaza edilmiş bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ya Muhammedi. Aleyhisselâm (Eğer Allah Teâlâ'nın lütfü) peygamberlik ve risalete nail kılması (ve rahmeti) günahsızlık sıfatına erdirmesi (senin üzerine) yönelmiş (olmasa idi) böyle bir ilâhî merhamet, ilâhî koruma senin hakkında tecelli etmeseydi (elbette onlardan) o Tuğme'nin kavmi gibi yalan yere şahitlik eden isyankâr insanlardan, münafıklardan (bir taife seni şaşırtmaya) seni hatâya düşürüp hak üzere hüküm vermekten ayırmaya (kasdedecekti) bu isteklerinin meydana gelmesi için etkili olacak bir şekilde çalışmış olacaklardı. Onların vâki olan kasıtları, etkisiz olduğundan yok hükmünde bulunmuştur, (halbuki, onlar) o hakikati değiştirme ve bozmaya çalışan münafık tabiatlı harifler (kendi nefislerinden başkasını şaşırtamazlar) meşru olmayan hareketlerinin vebali kendilerine yöneliktir, (ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler) seni hiçbir zarar ile zarara uğratamazlar. Çünki Allah Teâlâ seni korumuştur, himayesine mazhar buyurmuştur. Öyle bir topluluğun, Tuğme kabilesi gibi kimselerin yalan yere yapılmış olan şahitliklerinden dolayı peygamberin kalbine gelen bir tamayül ise şahitlik edenlerin sözlerine itimat ve durumun zahiri ile amel kabilinden olduğundan bu, hüküm hususunda haksız yere bir temayül mahiyetinde değildir, (ve Allah Teâlâ sana) Ya Muhammed Aleyhisselâm!, (kitabı) Kur'an-ı Kerim'i (ve hikmeti) sünneti seniyeyi, şeriat ilmini, hakka uygun olan herhangi bir kelâmı (indirdi) inzal etti, ilham buyurdu (ve sana) peygamberliğe nail olduğun zamana kadar (bilir olmadığın şeyleri öğretti) vahy yoluyla gizli olan işleri telkin etti, dünyaya ve âhirete ait nice müşkülâtın hal çaresini sana bildirdi ve bu cümleden olarak Tuğme gibi, kavmi gibi yalancıların yalanlarından seni haberdar buyurdu. (Ve Allah Teâlâ'nın fazlı) lütfü keremi (senin üzerine pek büyük olmuştur) bahusus seni umumî peygamberliğe, umumi risalete nail buyurmuştur. Artık bunlardan daha büyük lütuf ve kerem düşünülebilir mi?..









114. Onların gizlice konuşmalarının bir çoğunda bir hayır yoktur. Bir sadaka verilmesiyle veya iyi bir iş yapılmasıyla veya insanların arasını ıslah etmek ile emir eden kimsenin böyle konuşması müstesna... Ve her kim Allah Teâlâ'nın rızasını taleb ederek bunu yaparsa biz ona elbette çok büyük bir mükâfat vereceğiz.

114. Bu mübarek âyetler, gizlice konuşulan sözlerin meşru, iyilik ister bir mahiyette bulunmadığı takdirde hayırdan uzak olacağını bildirmektedir. Ve Rasûlullah'a muhalefet edip mü'minlerin takib ettikleri doğru yoldan ayrılanların da pek büyük cezalara uğrayacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (onların) insanların, ve Tuğme ile kavmi gibi bir takım grupların (gizlice konuşmalarının) bazı hadiseleri gerçeğe aykırı olarak aralarında fısıldaşıp yalan yere tavsiyelerde, şahitliklerde bulunanların (bir çoğunda hayır yoktur) çünki bu konuşmaları gerçeğe uygun, iyi niyete dayanmış değildir, bâtılı değerlendirmeye yöneliktir. Ancak vâcib veya mendup (bir sadaka verilmesiyle veya iyi bir i; yapılmasiyle) seri şerifin güzel gördüğü ve aklın inkâr eylemediği mâruf denilen herhangi bir işin ifa edilmesiyle (veya insanların arasını ıslah etmek ile) insanların arasında münakaşa, düşmanlık ortaya çıktığı anında şer'i şerifin sınırını geçmemek suretiyle aralarını bulmaya, düşmanlıkları gidermeye ait sözler ile (emir eden kimsenin böyle konuşması) gizli olarak tavsiyelerde, temennilerde bulunması (müstesna) bu hayırdan sayılır, bir hayr işlerlik belirtisidir. Nitekim bir hadisi şerif ile beyan olunmuş olduğu üzere iki kimsenin arasını ıslaha çalışmak, birçok ibadetlerden derece bakımından üstündür, (ve her kim) dünyevî bir maksat için değil, yalnız (Allah Teâlâ'nın rızasını taleb ederek bunu yaparsa) böyle sadaka ile, mâruf ile, ara buluculuk ile emir ve tavsiyede bulunursa (biz ona elbette) âhirette (çok büyük bir mükâfat vereceğiz) o cennete girecek, Allah'ın cemalini seyretmeye mazhar olacaktır. Binaenaleyh insan daima her meşru işi sadece hak rızası için yapmalıdır, dünyevî bir menfaat düşüncesiyle veya onun bunun sevgisini kazanmak maksadı ile yapmamalıdır, kalbi fânî maksatlara yönelmiş olmaktan arınmış bulunmalıdır.









115. Her kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet eder ve mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu o takib ettiği yola şevke d eriz ve onu cehenneme daldırırız. Ve o ne fena bir gidilecek yer.

115. (Her kim de kendisine doğru yol) Hak ve hakikat (zahir olduktan sonra) bir takım deliller ile, mucizeler ile Hz. Muhammedi peygamberliği sabit, İslâmiyet'in yüceliği göründükten sonra (Peygambere muhalefet eder) onun tebligatının zıttına harekette bulunur (ve mü'minlerin yolundan) onların takib ettikleri İslâmiyet yolundan ayrılıp (başkasına uyup giderse) İslâm dininden başkasına tabi olursa (onu o takib ettiği yola şevke d eriz) kendisiyle o yöneldiği yolun arasını boş bırakırız, bu gidişme mâni olmayız, kendi kötü tercihine göre harekette bulunmuş olur (ve onu cehenneme daldırırız) cehennem ateşine sokarız, (ve o) cehennem (ne fena bir gidilecek yer) dir. Artık oraya atılmaya sebep olan hareketlerden kaçınmalı, İslâm cemâatinin yolundan ayrılmamak değil midir?. Bu âyeti kerime, icmai ümmetin delili olduğuna ve ona muhalefetin haram olduğuna dalâlet etmektedir.









116. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, ve bunun aşağısındakini de dilediği kimseye bağışlar.. Ve her kim Allah Teâlâ'ya ortak koşarsa muhakkak ki pek uzak bir dalâlete sapmıştır.

116. Bu mübarek âyetler, Allah'a.ortak koşmanın affedilmesi mümkün olmayan bir cinayet olduğunu ve müşriklerin ne kadar akılsızca hareketlerde bulunduklarını şöylece bildirmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kendisine ortak koşam) birden çok yaratıcıların, mabutların varlığına inananlar!, Allah'ın birliğini inkâr eyleyen herhangi bir şahsı daha hayatta iken tövbe ve istiğfar etmedikçe (mağfiret etmez) onu ebedî bir azaba sokar. Çünkü böyle bir küfür ve şirk bütün günahların üstündedir, (bunun) bu küfür ve şirkin (aşağısındaki) öyle yüce yaratıcının birliğini veya büsbütün mukaddes varlığını inkârdan ibaret olmayıp bunun aşağısındaki diğer herhangi bir günahı (dilediği kimseye) tövbe ve istiğfar etmiş olsun olmasın (mağfiret buyurur) affeder ve örter. Ve dilediği günahkâr kimseyi de tövbe ve istiğfar etmedikçe mağfiret buyurmaz, günahına göre azap çektirir. Çünki Cenab'ı Hak dilediğini çokça yapandır. Kendi mülkünde kendi kulları hakkında dilediği şekilde hak tasarrufa sahiptir, ve her fiil ve irâdesi hikmet ve faydanın kendisidir, (ve her kim Allah Teâlâ'ya ortak koşarsa) ondan .başka yaratıcı, mabut bulunduğuna inanırsa (muhakkak ki) haktan (pek uzak bir dalâlete sapmıştır) hidâyet caddesinden pek fazla ayrılmıştır. Binaenaleyh böyle bir şahıs, Allah'ın mağfiretine ebedî olarak nail olamıyacaktır. Cenâb-ı Hak'ka ortak koşmak, en büyük bir cinayet olduğu için bundan sakındırmak için bu ilâhî beyanlar bu süre'i celilede tekrar etmiştir. (48) inci âyeti kerimeye müracaat!. Bununla beraber bu mübarek âyetler, başka başka sebeblere bağlı olarak da tekrar tekrar nazil olmuştur. Rivayete göre bir şahıs, Rasûlü Ekrem'in huzuruna gelerek "ben günahlara düşkün bir ihtiyarım, şu kadar var ki ben Cenâb-ı Hak'ki bildiğim ve ona imân ettiğim günden beri ona hiç ortak koşmadım, yaptığım günahları da Hak Teâlâ'ya karşı bir cür'et olarak yapmış değilim, ve ben kaçmakla Cenâb-ı Hak'ki âciz bırakabileceğimi de bir an bile düşünmedim. Ben pişman olmuş ve tövbekar da bulunuyorum, sen benim hâlimin Allah katında nasıl olacağını görürsün?" diye vaziyetini anlatmış, bunun üzerine de bu âyeti kerime nazil olmuştur. Binaenaleyh o şahıs da müşrik olmadığından ve özellikle tövbe ve istiğfar etmiş bulunduğundan artık ümitsizliğe düşmeyip Allah'ın mağfiretine nail olabileceği kendisine müjde edilmiş demektir.









117. O müşrikler Cenab'ı Hak'ka değil, ancak dişilere taparlar ve ancak çok isyankâr bir şeytana tapıverirler.

117. (O müşrikler Cenab'ı Hak'ka değil, ancak dişilere) Lüt, Uzza ve Menat denilen ve dişi sanılan putlara (taparlar) cahiliye zamanında Arab kabilelerinden her birinin bir putu vardı, ona taparlar ve onu dişi sayarlardı. Veyahut o putlara Allah'ın kızlarıdır derlerdi. Bazıları da meleklere tapar, onlara "Allah'ın kızları" derlerdi, (ve) onlar o putlara ibadetleriyle (ancak ziyade isyankâr) Allah'ın emrine itaatten hariç, katı, yoğun, inatçı (bir şeytana tapı verirler) çünki onları o putlara tapmaya sevk ve teşvik eden şeytandır, lânetli iblistir. O cahil müşrikler ise bunun farkında olmayarak öyle cansız varlıklar kabilinden putlara tapar dururlar.

§ Merid kelimesi: Lügatte: Katı, yoğun, selâbetli, kavmi kimse demektir. Istılahta: İnat ederek emre muhalefet eden, hayır ile alâkası bulunmayan şahıstan ibarettir. İblis de Allah'ın emrine muhalefet ederek Hz. Adem'e secde etmekten kaçındığı için pis bir sıfat olan merid vasfını almayı hak etmiştir.











118. Allah Teâlâ ona lanet etmiştir. O da demiştir ki; elbette ben senin kullarından belli bir pay edineceğim.

118. Bu mübarek âyetler, Allah'ın lanetine uğramış olan şeytanın insanlık hakkındaki sui kasdini ve insanları ne suretle aldatmaya çalışacağım bildiriyor, insanları uyanmaya davet ederek şeytanların saptırmasına kapılmadan menedip sakındırıyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ ona) o inatçı şeytana (lanet etmiştir) onu rahmetinden uzaklaştırmıştır, (o da) o lanetlenmiş şeytana da (demiştir ki: Elbette ben senin kullarından belli bir pay edineceğim) onlardan belli bir miktar bir nasip elde ederek onları kendime itaate davet edeceğim. Onlar ise şeytanın izine giden, onun vesveselerini kabul eden kimselerdir. Maalesef insanların büyük bir kısmı şeytanın aldatmalarına tâbi bulunmaktadır. Bütün dinsizler, bâtıl dinlere tâbi olan bu cümledendir.











119. Ve elbette onları sapıtacağım ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve herhalde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ'nın yarattığını değiştireceklerdir. Ve her kim Allah Teâlâ'yı bırakır da şeytanı dost edinirse şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur.

119. Şeytan öyle de saçmalamada bulunmuştur: (ve) ben (elbette onları) Cenab'ı Hak'kın kullarını (sapıtacağım) onları vesveselerimle, bâtıl şeyleri süsleyerek doğru yoldan, din yolundan ayıracağım, (ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini) onların kalplerine hırs ve tamah gibi şeyleri atacağım, onları kıyameti, hesabı, cennet ve cehennemi düşünmek duygusundan mahrum bıracağım (ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar) dır, keseceklerdir. Nitekim cahiliye zamanında Araplar, istifadesini kendilerine haram kıldıkları hayvanların kulaklarını keserlerdi. Onlar beş defa yavrulayan develerin kulaklarını yararlardı, bu yavruların beşincisi erkek olunca ondan istif âdeyi kendilerine haram kılarlardı. (Ve her halde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ'nın yarattığını değiştireceklerdir) Allah'ın yaratmasına aykırı hareketlerde bulunacaklardır. Meselâ İslâm dininin hükümlerini değiştirmeye çalışacaklardır. Allah Teâlâ'nın helâl kıldığını haram ve haram kıldığını helâl sayacaklardır. Sihir gibi şeyler ile uğraşacaklar, erkekliklerini gidererek kısır kalacaklardır, (ve her kim Allah Teâlâ'yı bırakır da şeytanı velî) dost, yardımcı, hareket rehberi (edinirse) ona itatte bulunursa, onun vesveselerine tâbi olup Allah'ın emrine muhalif hareketlerden ayrılmazsa (şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur) çünkü hayatını zâyetmiş, geleceğini mahveylemiş, cenneti cehennem ile değiştirmiş, kendisini Allah'ın azabına mâruz bırakmış olur.









120. Şeytan onlara vadeder ve onları kuruntuya düşürür. Halbuki, şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vâdetmez.

120. (Şeytan onlara) O saptırmak istediği kimselere (vadeder) onları bir takım isteklerine, dünya varlıklarına kavuşturacağını bir hayal olmak üzere kalplerine düşürür, bir takım bâtıl şeyleri yaldızlı göstererek onlar ile gafil insanları oyalar durur, hiçbir vaadini yerine getirecek bir durumda bulunamaz, (ve onları kuruntuya düşürür) dünyada bütün isteklerine nail olacaklarını onların kalplerine atar, onların başka bir âlemde hesaba, cezaya tâbi olmayacaklarını kâfirce bir şekilde telkin eder durur (halbuki şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vâdetmez) zararlı olan şeyleri onlara faideli imiş gibi göstermekten başka bir muamelede bulunmaz. Şeytan bu vadini ya kalplere düşündüğü bâtıl hatıralar, vesveseler vasıtasıyle yapar veya bu vadini kendisinin dostları olan bir takım dinsizlerin lisaniyle telkin eyler. Artık öyle kimselerin o kötü telkinlerine karşı uyanık bulunmak lâzımdır.









121. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Ve ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulantıya t aklardır.

121. (İşte onların) O şeytan ile onun dostlarının, ona tâbi olanların (varacakları yer cehennemdir) orada yanıp duracaklardır, (ve ondan) o cehennemden (kaçıp sığınacak) iltica eyleyecek (bir yer de bulamayacaklardır, şeytana tâbi olup küfr içinde ölecekler) her halde o cehenneme sevkedileceklerdir. Orada ebedî olarak yanıp yakılacaklardır. İmanlarını muhafaza etmiş olan günahkâr kullar da herhalde cehenneme geçici olarak atılmayı hak etmiş kimselerdir, meğer ki Allah'ın mağfireti imdatlarına yetişsin. Binaenaleyh daha dünyada iken uyanmalı, şeytanın aldatmalarına kapılmamalı, insanlık icabı bir günah işlenilmiş ise hemen tövbe ve istiğfar edilmelidir ki, geleceğin selâmetinden emniyet meydana gelmiş olsun.











122. Ve o kimseler ki imân ettiler, ve iyi iyi işler yaptılar. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere orada ebedî olarak kalıp d ur-m ak üzere elbette girdireceğiz. Allah Teâlâ (bunu) hak bir söz ola-rak vâdetti. Allah Teâlâ'dan daha gerçek sözlü kim vardır?.

122. Bu mübarek âyetler, imân ve salih âmâl sahiplerinin nail olacakları, uhrevî mükâfatları müjdelemektedir. Ahirette sevaba kavuşmanın ise hiçbir milletin yalnız hayal ve düşüncesine tâbi olmayıp herkesin yaptığı fenalıktan dolayı cezaya uğrayacağını şöylece ihtar buyurmaktadır. Dinden mahrum olanlar, ebedî ziyana uğrayacaklardır. (Ve o kimseler ki, imân ettiler) İslâm dinini kalben tasdik ve lisânen ikrar eylediler (ve iyi iyi İşler yaptılar) üzerlerine düşen ibadetleri, vazifeleri ifa ettiler, işte onlar ebedî nimetlere nail olacaklardır. Şöyle ki: (onların altlarından ırmaklar akar cennetlere orada) o cennetlerde (ebedî olarak kalıp durmak üzere elbette girdireceğiz) orada sonsuza kadar kalıp mükâfata nail olacaklardır. (Hak Teâlâ (bunu) hak bir söz olarak vâdetti) onları öyle cennetlere girdireceğini Cenâb-ı Hak vadetmiştir. Bu vaad gerçeğin kendisidir, mutlaka gerçekleşecektir, (ve Allah Teâlâ'dan daha gerçek sözlü) vadinde sadık (kim vardır) artık nasıl olur da bir insan bu ilâhî vaade kavuşmak için imanda, güzel amellerde bulunmaz da şeytanların kuruntularına, vesveselerine kapılır, hakiki istikbâlini mahveder gider.









123. Sizin kuruntularınızla değildir, ehli kitabın kuruntuları ile de değildir. Her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve kendisi için Allah T e âlâ'd an başka ne bir yar ve ne de bir yardımcı bulamaz.

123. Ey müslümanlar!. Cenâb-ı Hak'kın vaad buyurduğu sevaplar, mükâfatlar öyle (sizin kuruntularınızla değildir) bunlar öyle kuru arzulara ve düşüncelere göre meydana gelecek değildir ve (ehli kitabın kuruntuları ile de değildir) biz ehli kitabız diye öyle mükâfatları hak etme hayallerinde bulunmalariyle değildir. Bilakis hakiki bir imân iledir ve salih ameller iledir. Binaenaleyh, (her kim bir kötülük yaparsa onunla) ya dünyada veya âhirette (cezalandırılır) bazı kimseler, yaptıkları fenalıkların cezasını daha dünyada iken görür, bazı kimseler de âhirette göreceklerdir. Ekseri mü'minler kusurlarının cezalarını dünyada görürler, uhrevî cezadan kurtulmuş olurlar. Ehli küfrün bir çoğu da bir kısım cezalarını dünyada görmeseler de onların hepsi de cehenneme aday olduklarından bütün cezalarını âhirette göreceklerdir. (Ve) hiç bir kimse (Kendisi için Allah Teâlâ'dan başka ne bir yar) hakiki bir dost, onu affa kadir bir yetkili (ve ne de bir yardımcı bulamaz.) kimse onu koruyamaz, onu cezadan kurtaramaz. O halde daha dünyada iken hayatı tanzim etmeli, kulluk vazifelerini yerine getirmeli, Cenab'ı Hak'kın korumasına, af ve mağfiretine sığınmalıdır.

§ Rivayete göre ehli kitap denilen Yahudiler ile Hıristiyanlar, müslümanlara karşı iftihar ederek: Bizim Peygamberimiz, sizin peygamberinizden öncedir, bizim kitabımız da sizin kitabınızdan önce gelmiştir. Binaenaleyh biz Allah Teâlâ'ya sizden daha Iâyikiz demişler, müslümanlar da: Bizim Peygamberimiz son peygamberdir ve bizim kitabımız sizin kitabınızı tasdik ediyor, ve biz sizin kitabınıza imân etmiş olduğumuz halde siz bizim kitabımıza imân etmiyorsunuz, o halde daha lâyık olanlar bizleriz, demişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, Cenâb-ı Hak'kın sevap ve mükâfat hakkındaki vadi öyle insanların kuruntularına göre değildir, yalnız kuruntu ile ona hak kazanmak meydana gelmez, ancak imân ile salih amellerle meydana gelir diye bu hakikati ihtar buyurmuştur.









124. Ve erkekten ve kadından herhangi bir kimse, mü'min olduğu halde iyi işlerden birşey işlerse işte onlar cennete gireceklerdir ve bir çekirdeğin arkasındaki bir çukurcuk kadar bile zulme uğramayacaklardır.

124. (Ve erkekten ve katından herhangi bir kimse) herhangi bir kavim (mü'min olduğu halde iyi işlerden birşey işlerse) onun mükâfatını görecektir. Fakat yapılacak güzel amellerin Allah katında makbul olması için evvelâ imân lâzımdır. Mü'min olmayanların amelleri Allah katında makbul, kendilerini cehennem azabından kurtarmaya vesile olamayacaktır. İmândan başka salih ameller de lâzımdır. Bununla beraber her mü'min sâlih amellerin tümüyle mükellef değildir. Meselâ: Fakir olan bir mü'min zekât ile mükellef değildir. Yine bir mü'min nafile, mendup olan amellerin hepsini yapabilecek bir durumda bulunamaz. Binaenaleyh herhangi bir mü'min mükellef ve gücünün yettiği herhangi bir salih ameli ifa ederse (işte onlar) öyle güzel amellerde bulunanlar (cennete gireceklerdir) bir imân sahibi günahından dolayı affa mazhar olmayıp cehenneme girse de bu geçicidir, yine oradan çıkarak cennete girecektir. Bunların cezaları geçici olduğu için cennete girmeden evvel görülecektir, cennet hayatı ise sonsuz olduğundan bir kesintiye uğramayacaktır. Artık hiçbir mü'min cennete girdikten sonra oradan çıkarılmayacaktır, (ve bir çekirdek arkasındaki bir çukurcuk kadar) yani: Amellerinin sevabından en az, en cüz'î bir miktar bile eksiltilmek suretiyle (zulme uğramayacaklardır) lâyık oldukları sevaplara tamamen kavuşacaklardır. Nitekim günahkâr olanların cezaları da lâyık oldukları miktarlardan en az bir derecede bile artırılmayacaktır. Çünki Hak Teâlâ Hazretleri mutlak adalet sahibidir. Merhametlilerin en merhametliyidir









125. Ve din itibariyle daha güzel kimdir, o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah Teâlâ'ya teslim et m i;, ve hânif olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur. Allah Teâlâ da İbrahim'i bir dost edinmiştir.

125. Bu mübarek âyetler, en mükemmel şekilde dindar olan zatların özelliklerine işaret etmekte ve Cenâb-ı Hak'kın bütün kâinata sahip ve her şeyi ilmi ve kudreti ile kuşatmış olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve din itibariyle daha güzel kimdir?.) Yani Daha güzeli yoktur (o kimseden ki muhsin olduğu) yani mü'min olup iyilikleri ifa, kötülükleri terkettiği ve Cenâb-ı Hak'ka, yüce huzurunda bulunuyormuş gibi halisane ibadette bulunduğu (halde yüzünü Allah Teâlâ'ya teslim etmiş) tam bir ihlâs ile hakka yönelerek kulluk arzetmiş (ve hânif olarak) yani: Diğer dinlerden beri olup hak dine girmiş bulunarak (İbrahim'in milletine) İslâm dinine muvafık olan İbrahim'in dinine (tâbi olmuştur) Allah'ın birliğini tasdik edip bâtıl inançlardan uzak bulunmuştur. (Allah Teâlâ da İbrahim'i) saf, samimi bir sevgili bir Yüce Peygamber (bir dost edinmiştir) onu böyle bir şeref ve seçkinliğe nail kılmış onun kadrini bir takım ikramlar ile yükseltmiştir.

§ Halil lâfzı, hu 11 et kelimesinden bir vasıftır. Hu 11 et ise: Pek samimî bir dostluk demektir, kalbi işgal eden bir muhabbet ve sevgiden ibarettir, sevgiliden başkasından kalbin tahliye edilmesidir. Samimi bir muhabbet ve ihlâsa, bir zat ile sırdaş, karşılıklı bir muhabbete sahip olmak da bir hullettir, ilâhî sırların bir kalbi kuşatması da bir hullettir. İşte Hz. İbrahim de Allah'ın muhabbetine nail, muhterem bir Peygamber olduğundan kadrini yüceltmek için kendisine Halilullah denilmiştir. Yoksa onun Halilullah olması, Cenab'ı Hak'kın ona bir ihtiyacından veya onun bütün ilâhî sırlara vakıf olmasından dolayı değildir. Binaenaleyh onun bu unvana, bu şerefe kavuşması onun kulluk mertebesinin üstünde olmasını gerektirmez. Keşşafı ıstılahatilfünunda anlatılmış olduğu üzere Peygamber Efendimize de Halilullah unvanı verilmiş olduğunu bir hadisi şerif bildirmektedir. Ve aynı zamanda Peygamber Efendimiz Habibullah unvanına da sahiptir ve peygamberlerin ve mürsellerin sonuncusu olup, peygamberliği bütün insanlığa ait bulunmuştur. Binaenaleyh Rasûlü Ekrem Efendimiz bütün peygamberler ve mürseller hazretlerinin üstünde bir rütbeye sahiptir. Şu da malumdur ki İbrahim Aleyhisselâm'ın pek muhterem bir zat olduğunu ehli kitap da Arap müşriklerin! de tasdik etmekte ve onunla iftihar eylemektedirler. Özellikle araplar, Hz. İbrahim'in neslinden olmakla da ayrıca övünmektedirler. O halde Hz. İbrahim ile aynı din ve milliyete sahip ve bütün Peygamberleri ve özellikle Hz. İbrahim'in kıymetini, yüceliğini tasdik eden İslâm dininden daha güzel inanca sahip kim olabilir?. Binaenaleyh Hz. İbrahim'i tasdik edip yücelten milletler, İslâm milletini de takdir ve İslâmiyet'in hak olduğunu itiraf etmeli değil midir?, İşte bu âyeti kerime, bu hususa da, işareti içermektedir.











126. Göklerde ne varsa, yeryüzünde de ne varsa hepsi de Allah Teâlâ'nındır. Ve Allah Teâlâ her şeyi kuşatmış bulunmaktadır.

126. (Göklerde ne varsa ve yeryüzünde ne varsa) Bütün melekler, insanlar, bütün kâinat (hepsi de) yaratılış, mülkiyet, ve kulluk bakımından (Allah Teâlâ'nındır) Cenab'ı Hak, bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunur, İbrahim Aleyhisselâm da onun bir kuludur, onu Halilullah olmak şerefine nail buyurmuştur. Bununla beraber o da Hak Teâlâ Hazretlerine kullukla mükelleftir ve bununla övünür. (Ve Allah Teâlâ her şeyi) İlim ve kudretiyle (kuşatmış) ihata etmiş (bulunmaktadır) onun İlim ve kudretinden hiçbirşey hariç değildir. Binaenaleyh o Yüce Mâbud, mükâfata lâyık kullarını da bilir, cezayı hak eden kullarını da bilir, haklarında hikmetinin icabına göre mükâfat ve ceza verir.







127. Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onların hakkında size fetvayı Allah T e âlâ veriyor ve kendileri için yaz il mı; olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adaletle hareket etmeniz hakkındaki size okunan âyetlerde -bu hususlarda size fetva ver-mektedir-. Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki; Allah Teâlâ onu hakkıyle bilicidir.

127. Bu âyeti kerime, kadınların, çaresiz çocukların, yetimlerin hukukuna riâyet edilmesi hakkındaki dinî hükümlere işaret etmekte, İslâm milletini bu hususlarda aydınlatmaktadır. Şöyle ki: Resulüm!. (Ve senden) mutlak olarak (kadınlar hakkında fetva isterler) bu fetva isteyenlere cevaben (de ki: Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor) ilâhî hükmünü Kur'an'ı Kerim'inde beyan buyuruyor. Aynı şekilde (ve kendileri için yazılmış) şer'an farz ve tayin edilmiş (olanı) miras payını (kendilerine vermediğiniz ve kendilerini) kendiniz için (nikâhlamaya rağbet eylediğiniz) malları için başkalarına vermekten çekindiğiniz (yetim kadınlar) yetim kalmış kız çocukları (hakkındaki) âyetler (ve zayıf bir durumda bulunan) henüz baliğ olmamış olan (çocuklar hakkındaki) âyetler (ve yetimlere karşı) miras ve saire hususunda (adaletle hareket etmeniz hakkındaki size okunan âyetlerde) bu hususlarda size fetva vermektedir. Şeriatın hükmünü açıklar bulunmaktadır, (ve siz hayırdan her ne yaparsanız) gerek böyle aile hukukuna ve gerek diğer şeylere dâir hayr isteyerek her ne harekette bulunursanız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu hakkıyle bilicidir.) Ona göre sizi mükâfatlara nail buyurur. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri kerem sahiplerinin en cömerdidir.

Bu âyeti kerimenin işaret ettiği âyetler, işbu Nisa süresinin ikinci, üçüncü, altıncı, dokuzuncu, onuncu ve on birinci ayetleridir. Evvelce de beyan olunduğu üzere câhiliyet devresinde kadınları, yetimleri mirastan mahrum bırakırlardı, hattâ Übeys adında bir şahıs peygamberin huzuruna gelmiş, "işittiğimize göre sen kızlara, kız kardeşlere yarım miras payı veriyormuşsun, halbuki, biz yalnız savaşlarda bulunan, ganimet malları alanları, yani erkekleri mirasçı tanıyoruz" demiş, Rasûlü Ekrem de: "Ben öyle emir olundum, yani kadınlara da miras payı vermekle memur bulundum diye cevap vermiştir.

§ İstîftâ, fetva istemektir. Fetva da bir şer'î mesele hakkında verilen cevaptır, delile dayanan, kuvvetli ve müşkülatı çözmeye hizmet eden bilgiler demektir. Böyle fetva vermeğe "iftâ" denir. Fetva veren zata da "Müftü" denilir ki bir mühim, müşkil meseleyi çözmüş ve açığa çıkarmış olur.

§ Bu Nisa süresinin başlangıcında kadınlarla ilgili hükümlerden bazı hükümler beyan buyrulmuş, sonra vade, tehdide, teşvik ve korkutmaya, Cenâb-ı Hak'kın kudret ve azametine dâir âyetler bulunmuş, sonra da tekrar bazı şer'î hükümleri açıklamaya dönülmüştür ki, bu en güzel bir uslubtur. Kalplerde en fazla tesir bırakacak bir tertibtir, okuyup dinleyenleri usandırmayıp bir ferahlık içinde bırakacak bir tarzı beyandır ve şer'î hükümlere riâyeti temin için en etkili, en mükemmel bir i'câz üslûbudur. İşte mucize Kur'an-ı Kerim'in bütün sûreleri böyle en güzel en hikmetli birtertib usûlü üzere bulunmaktadır.















128. Ve eğer bir kadın kocasının kaçıp nefret etmesinden veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarını sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günah yoktur ve sulh hayırlıdır. Ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır. Ve eğer ihsan eder ve ittikada bulunursanız şüphe yok ki; Allah Teâlâ yapacağınız şeyden tamamen haberdardır.

128. Bu mübarek âyetler, aile hakkındaki bazı hükümleri bildirmektedir. Eşler arasında mümkün mertebe adalet ve eşitliğe riâyetin lüzumunu ve gerektiğinde barış ve ıslah yoluna gidilmesinin hayırlı olacağını, ayrılma takdirinde de her birinin Allah'ın lütfü ile diğerine ihtiyacı olmayacağını göstermektedir. Şöyle ki: (ve eğer bir kadın kocasının) nüşuzundan, yani kendisinden (kaçıp nefret etmesinden) kendisi ile birlikte bulunmamasından endişeye düşerse (veya yüz çevirmesinden) kendisiyle birlikte, sohbette bulunmamasından (korkarsa) o halde bu koca ile karının kendi (aralarını) nafaka gibi, geceleyin beraber kalmak gibi hususlarda (sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günah yoktur) bu yüzden kendilerine manevî bir mesuliyet gelmez. Meselâ: Karı nafakasının veya bir malının bir miktarını kocasına bağışlayabilir ve geceleri kocasının diğer karısı yanında daha fazla bulunmasına müsaade edebilir. Koca da bu karısını nikâhı altında tutar, nafakasını güzelce temine c.alı;ır, (ve sulh) ise yani: İki taraftan her birinin bir hakkını tamamen veya kısmen terk etmesi ise ayrılıktan, kötü geçinmekten, düşmanlıktan (hayırlıdır) daha muvafıktır, (ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır) cimrilik, insanlık tabiatı gereğidir ondan ayrılmaz. Binaenaleyh kadın, kendi nefsinden, kendi hakkından birşey kocasına vermek cömertliğinde bulunmak istemeyebilir, erkek de sevmediği, arzusuna muvafık bulmadığı bir eşine karşı güzelce geçinmede bulunmamak, nafakasını hakkiyle temin etmemek cimriliğinde bulunabilir. Fakat insan bu gibi hususlarda nefsine hâkim olmalı, fedakârlıkta bulunmak gayretini göstermelidir ki, barış ve iyilik tecelli etsin, (ve) Ey kocalar ile kanlar (eğer ihsan eder) güzelce geçinmeye çalışır (ve ittikada) geçimsizlikten, yüz çevirmekten sakınır (bulunursanız) böyle nefsanî isteklerinize muhalif, güzelce bir harekete muvaffak olursanız (şüphe yok ki Allah Teâlâ) bu gibi yapacağınız (şeyden tamamen haberdardır.) bundan dolayı sizleri sevaba, mükâfata nail buyurur, hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmaz.

§ Rivayete göre Ibni Ebissaib adında bir kimsenin ihtiyarlanmış bir karısı varmış, bu kadından çocukları da var idi. İstemiş ki, bunu boşayıp da başkasını nikâh etsin. Bu kadıncağız ise: "Sen beni evlâdımın üzerine bırak, her iki ayda bir yanıma gel ve dilersen hiç gelme tek beni boşama demiş" kocası da eğer böyle bir muamele münasip olursa bu benim için çok sevimlidir, demiş, bu durumu gidip Rasülü Ekrem'e arzetmiş, bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olarak böyle iki tarafın rızâsı ile yapılacak bir uzlaşmanın caiz ve iyi olduğu gösterilmiştir. Maamafih başka nüzul sebebi de tefsirlerde yazılıdır.













129. Ve kadınlar arasında adalette bulunmanıza ne kadar istekli olsanız da asla muktedir olamazsınız, artık birine büsbütün meyi ile temayül edîp de ötekini asıklı gibi bırakmayınız. Ve eğer ıslah eder ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.

129. (Ve) eşleriniz olan (kadınlar arasında) sevgi ve cinsel ilişki gibi hususlarda (adalette bulunmanıza) hakkıyla eşitliğe riâyet etmenize (ne kadar istekli olsanız da) böyle bir adaletin teminine istekli bulunsanız da (asla muktedir olamazsınız) meselâ: Bunlardan birini kalben daha fazla sevgi beslemek ve meyilli olmak zarurî birşeydir, bir haleti ruhiye gereğidir, insan bunu yok edemez, (artık) mümkün mertebe eşitliği temine gayret ediniz, eşlerinizden (birine büsbütün meyil ile temayül edip de ötekini) kendisine karşı kalben o kadar tutkunluk beslenilmeyen eşi (asıklı) yani: Ne koca sahibi ne de boşanmış gibi bir halde (bırakmayınız) ona karşı da mümkün olan adaleti gösteriniz, güzel muamelede bulununuz, gönlünün kırılmasına sebebiyet vermeyiniz. Bu, ailevî, içtimaî, ahlâkî fazilet gereğidir, (ve eğer ıslah eder) arada meydana gelmiş olan geçimsizliği, hırçınlığı giderir (ve) ilerde de böyle bir hareketin meydana gelmesinden (sakınırsanız şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır) kalplerinizdeki meyilden ve evvelce vuku bulmuş olan öyle hoş olmayan hallerden dolayı sizi af ve mağfiret buyurur ve (pek merhametlidir) sizi bu hususta da, diğer hususlarda da merhamet ve şefkatine mazhar kılar. Elverir ki, onun kutsal emirlerine uymaya gayret edesiniz.











130. Ve eğer ayrı liri arsa Allah Teâlâ hepsini de lütuf ve keremi ile zengin kılar. Ve Allah Teâlâ geniştir, hikmet sahibidir.

130. (Ve eğer) koca ile karı, daha hayırlı olan sulha muvaffak olamaz, uzlaşamazlarda boşanarak birbirinden (ayrı liri arsa Allah Teâlâ hepsini de) kocayı da karıyı da (kendi lütfü keremi ile) birbirinden (zengin kılar) birbirine muhtaç olmaktan kurtulurlar, her biri de rızıklanır ve gücü yetiyor ise başkası ile nikâh akdine muvaffak bulunur. Artık ayrılmadan dolayı fazla üzülmeye lüzum kalmaz, (ve Allah Teâlâ geni;) mahlûkatı hakkında lütuf ve rahmeti geniştir ve (hikmet sahibi) bütün emirleri, hükümleri hikmet gereği (dir.) artık öyle bir Yüce Yaratıcının pek yüce olan evamir ve yasaklarına riâyet ederek onun merhamet ve şefkatine liyakat kazanmaya çalışmalıdır.









131. Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa Allah Teâlâ'nındır. And olsun ki, sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara da, sizlere de Allah T e âlâ'd an korkunuz diye tavsiye etmişizdir. Ve eğer küfrederseniz şüphe yok ki, göklerdeki ve yerdeki her şey Allah Teâlâ'nındır. Ve Allah Teâlâ zengindir, övgüye lâyıktır.

131. Bu mübarek âyetler, bütün kâinatın Allah'ın kudreti ile vücude gelmiş ve Allah'ın hâkimiyeti altında bulunmuş olduğunu göstermektedir. Artık öyle muazzam, lütfü ihsanı bol yüce bir yaratıcıdan korkarak daima ona kullukta bulunulmasını ve yalnız ona iltica ve itimat edilmesini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Cenab'ı Hak'kın kudreti; büyüklüğü sonsuzdur, (ve göklerde) varlıklardan (ne varsa ve yerde) mahlûkattan (ne varsa) hepsi de kulluk ve mülkiyet itibariyle (Allah Teâlâ'nındır) hepsini de yaratan, yaşatan, rızık veren Cenab'ı Hak'tır, (and olsun ki) yani: Sırf bir hakikattir ki. Ey Ümmeti Muhammediye!, (sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara da) yani İsrail oğullarına hıristiyanlara ve onlardan önceki kavimlere de ve (sizlere de Allah Teâlâ'dan korkunuz) onun azabından korkunuz, ona itaatten ayrılmayınız (diye tavsiye etmişizdir) cümlenize emretmiş, hepinizin selâmet ve saadeti için böylece tenbih buyurmuşuzdur. (ve) sizler hakkınızda sırf hayır olan bu tavsiyeye rağmen (eğer küfür ederseniz) bu tavsiyeye muhalefette bulunursanız (şüphe yok ki göklerdeki ve yerdeki her şey) bütün mahlûkat (Allah Teâlâ'nındır) onun mülkiyeti altında ve hakimiyetine tt; hidir. Sizlerin küfür ve isyanından hâşâ Cenab'ı Hak zarar görmez. Nasıl ki, ibadet ve takvanızla da fâidelenmiş olmaz. Sizlere emir ve tavsiye buyurması, bir ihtiyarından dolayı değildir, sadece sizin hakkınızda bir rahmet ve şefkatten dolayıdır. Anîk bundan istifâde etmez iseniz neticesini siz düşününüz. (Ve Allah Teâlâ zengindir), mahlükatına ve onların ibadetlerine ihtiyacı yoktur ve (övgüye lâyıktır) bizzat övülmüştür, kulları hamdetsinler, etmesinler bizzat hamdü senaya sahiptir. Kulların itaatlerinin, hamdü senalarının faidesi ise kendilerine aittir. Yüce Yaratıcı ise hiçbirşeye muhtaç olmaz, hiçbirşeyden zarar görmez. Buna inanmışızdır.









132. Ve göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah Teâlâ'nındır. Ve bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter.

132. (Ve göklerde olanlar da, yerde olanlar da) bütün kâinat bütün ruh sahipleri (Allah Teâlâ'nındır) bütün bunların üzerinde tasarruf hakkı o Yüce Yaratıcıya aittir, (ve) bütün işlerin ve olayların tedbiri hususunda (bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter) binaenaleyh bütün bu hususlarda başkasına değil, yalnız o Yüce Yaratıcıya tevekkül ve itimat ediniz. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.

§ Bu mübarek iki âyette göklerin ve yerin Yüce Allah'a ait olduğu hikmete binaen üç kere zikredilmiştir. Çünki insanlığı irşat ve ikaz için böyle en kuvvetli bir delilin birer münasebetle tekrar zikredilmesi istenen bu irşat ve ikazın tecellisine daha ziyade yardım eder. Birinci defa zikredilmesi, Cenâb-ı Hak'kın cömertlik ve kereminin genişliğine bir delildir. İkinci defa zikredilmesi. Hak Teâlâ'nın bizzat bütün mahlûkatından zengin olduğunu açıklamak içindir. Üçüncü defa zikredilmesi de Yüce Allah'ın her şeyi icada ve yok etmeye kadir, binaenaleyh isyankâr kullarını da mahv ve idama bihakkın muktedir olduğunu tesbit hikmetine vesâireye mübtenidir. Artık bu itibarla bunlar tekrar edilmiş değil, birer başka delil demektir.











133. Ey insanlar!. Allah T e âlâ dilerse sizi giderir, başkalarını getirir ve Allah T e âlâ buna hakkıyle kadir bulunmaktadır.

133. Bu mübarek âyetler, Cenâb-ı Hak'kın her yönüyle yaratma ve yok etmeye kadir olduğunu bildiriyor, insanları uyanık olmaya davet ederek yalnız dünyayı değil, hem dünya hem de âhiret nimetlerini istemeye sevketmektedir. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Allah Teâlâ dilerse sizî giderir) sizi yok eder, helak eder, sizi icat etmiş olduğu gibi (başkalarını) diğer bir kavmi veya başka mahiyette bir halkı sizin yerinize geçmek üzere varlık sahasına (getirir) artık kendi varlığınıza güvenmeyiniz, vazifelerinizi ifadan geri durmayınız (ve) şüphe yok ki, (Allah Teâlâ buna) böyle dilediğini yok etme ve icad etmeye (hakkiyle kadir bulunmaktadır) onun yüce kudreti böyle her şeye fazlasıyla yeterlidir.

§ Rivayete göre bu âyeti kerime, Hz. Peygamber'e karşı düşmanlık gösteren bazı araplar hakkında nazil olmuştur. Bu âyeti kerime nazil olunca Rasülü Ekrem Efendimiz, mübarek eliyle Selmanı Farisinin arkasına vurarak işte onlar -o getirilecek kavim- bu müslümanın kavmidir, diye buyurmuştur.













134. Her kim dünya sevabını isterse muhakkak dünyanın da âhi-retin de sevabı Allah Teâlâ'nın katındadır. Ve Allah Teâlâ hakkiyle işitici ve görücüdür.

134. (Her kim) yalnız (dünya sevabını isterse) dünyanın fanî, adî varlığını isterse, meselâ: Yalnız ganimet malına kavuşmak için cihatta bulunursa âlicenaplıkta bulunmamış olur. Çünki (muhakkak dünyanın da âhiretin de sevabı) nefîs,

kalıcı olan nimetleri, mükâfatları (Allah Teâlâ'nın katındadır) meselâ: Sırf Allah rızası için cihâda atılan bir zatı, Cenab'ı Hak, hem ganimete, hem de uhrevî sevaba nail buyurur. Artık nasıl olur da öyle yalnız dünya sevabını istemekle" yetinilir?. Bir mü'min, Cenâb-ı Hak'tan hem dünya sevabını, hem de âhiret sevabını, nimetlerini dilemelidir. "Ya Rabbena!. Bize hem dünyada güzel şey ver, hem de âhirette güzel şey ver ve bizi cehennem azabından koru" diye niyaz etmelidir, (ve Allah Teâlâ hakkiyle işitici) dir bütün işitenleri bilmektedir, bütün duaları, niyazları işitir, bilir (ve) tamamen her şeyi (görücüdür) binaenaleyh Hak Teâlâ Hazretleri, kullarının bütün sözlerine, amellerine, niyetlerine hakkiyle muttalidir. Artık ona göre hareket etmelidir.

§ Rivayete göre bu âyeti kerime, yalnız ganimet malına kavuşmak hırsı ile cihâda katılan bir kısım münafıklar hakkında nazil olmuş, onları yalnız Allah rızası için savaşta bulunmaya davet etmekte bulunmuştur.











135. Ey imân edenler!. Adaletle hakkiyle kaim. Allah için şahit kimseler olunuz. İsterse kendi şahıslarınızın veya ana-babanızın veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, ister zengin veya fakir bulunsun. Çünki Allah Teâlâ onlara daha yakındır. Artık haktan dönerek nefse tâbi olmayınız. Ve eğer dilinizi eğer bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden hakkiyle haberdardır.

135. Bu âyeti kerime, mü s l umanların hak ve adalet üzere şahitlikle, hükümde bulunmalarını emrediyor, taraf tutmaktan çekinmelerini ihtar buyuruyor, aykırı hareket edecekleri tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey bütün mükellef olanlar!, (adaletle hakkiyle kaim) olunuz, adaleti tercih, haklara riâyet hususlarınıza çokça özen gösteriniz ve (Allah için şahit kimseler olunuz) sadece Allah rızası için şahitlikte bulununuz. (İsterse) şahitliğiniz (kendi şahıslarınızın) aleyhine olsun, yine şahitlikte bulununuz, hakkı saklamayınız (veya ana-babanızın) analarınızın, babalarınızın aleyhine olsun yine şahitlikten kaçınmayınız (veya) hut şahitliğiniz (en yakınlarınızın aleyhine olsun) meselâ: Kardeşlerinizin, evlâtlarınızın aleyhine olsun, yine şahitliğinizi terketmeyiniz, ve aleyhine şahitlik edeceğiniz kimse (ister zengin veya fakir bulunsun) ne zenginliğinden dolayı bir menfaat ümidiyle aleyhine şahitliği terkediniz, ne de fakirliğinden dolayı haline acıyarak aleyhinde Şahitlikten geri durunuz. Böyle bir hareket hikmet ve menfaate uygun değildir. Eğer böyle olmasaydı Cenab'ı Hak sizi herhalde şahitlik etmekle mükellef kılmazdı, (çünki Allah Teâlâ onlara) Zengin olsun, fakir olsun bütün kullarına sizden (daha yakındır) onların hakkında sizden daha fazla bir merhamet ve şefkat gözüyle bakmaktadır. Eğer bunların aleyhindeki şahitlik, onların lehine bir hikmeti meselâ: Onları manevî mesuliyetten kurtarmayı içermeseydi bu şahitliği meşru buyurmazdı, (artık haktan dönerek) Veyahut haktan ayrılacağınız endişesiyle şahitliğiniz hususunda (nefse tabî olmayınız) bir menfeat veya bir merhamet hissine kapılarak şahitliği terk eylemeyiniz, (ve eğer dilinizi eğer bükerseniz) hak üzere şahitlikten veya adilâne hükümden kaçınmak çaresini arasanız, onu üzerinize alırsanız (veya) şahitlik etmekten büsbütün (yüz çevirirseniz) kaçınırsanız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden) şahitliğe, hükme dâir ve diğer işlere ait her yaptığınız muameleden (hakkiyle haberdardır) hakkınızda ona göre mükâfat veya ceza verecektir. Binaenaleyh hiçbir hususta hak ve hakikattan asla ayrılmayınız, sonra kendinizi uhrevî mesuliyetten asla kurtaramazsın.

  Alıntı ile Cevapla